2006/11/26

Zico Söyleşiciği

Aşağıdaki soru-cevaplar 6 Kasım 2006 tarihinde Brezilya’daki Lance! spor gazetesinin web sitesinde sorulmuş ve cevaplanmışlardır. Zico kendisine yöneltilen onlarca soruya her zamanki sabır, nezaket ve bilgeliğiyle cevap vermiş, sevenlerini yine sevindirmiştir. Futebras’a sadece kendi sorduğum soruların ve Zico’nun bu sorulara verdiği cevapların çevirisini koyuyorum (çeviriyi de bizzat yaptım, elime sağlık).

Diğer soru-cevapları (portekizce olarak) merak eden ve varsa şu adrese göz atabilir: http://www.ziconarede.com.br/znrpub/news/pt_news_maisnotic.php?cod=3067

FUTEBRAS: “Japon milli takımının başındayken Japon oyunculara öğretilmesi en zor şeyin gol atmak olduğunu, bunun Japon kültür ve geleneklerinden kaynaklandığını söylemiştin. Türk oyuncularla çalışırken de kültür veya geleneklerden kaynaklanan herhangi bir zorlukla karşılaştın mı?”

ZICO: “Hayır, sanırım karşılaşmadım... Japonlarla ilgili sorun karar alma yetisiyle alakalı olabilir. Japon futbolcular genelde kendilerine emredilen görevi yapmayı severler. Japon kültüründen gelen özelliklerine dayanarak, önceden belirlenmiş bir pozisyon haricinde yaratıcıklarını kullanmayı pek tercih etmediklerini söylenebilir. Çünkü normal hayatta böyle bir karar verip hata yaparsa, cezalandırılır. Japonlar küçük yaştan itibaren bu şekilde yetiştiriliyorlar. Türkiye’de ise durum tamamen farklı. Türk futbolcular risk almayı çok daha fazla seviyorlar. Hem verilen emirlere uyuyorlar, hem de yaratıcılıklarını kullanma konusunda çok daha rahatlar.”

FUTEBRAS: “Türk futbolu, daha açık konuşmak gerekirse Türk milli takımı, kulüpleri ve genel olarak futbol yapısı hakkında ne düşünüyorsun? Türkiye’de karşılaştığın futbol anlayışı beklentilerini tatmin etti mi?”

ZICO: “Türk futbolunda taraftarlar savunmaya dayalı futbola pek hoş gözle bakmıyorlar. Takımlarının gol atmasını, maç boyunca hücum etmesini istiyor, seviyorlar. Burada sporla ilgili çok sayıda gazete, televizyon ve radyo programı var. Futbolla yatıp futbolla kalkıyorlar. Türkler kanları kaynayan, hoşlanmadıkları şeylere hemen tepki gösteren insanlar. Türk futbolu teknik kalitesi yüksek bir futbol. Yapı açısındansa, şimdiye kadar gördüğüm kadarıyla, tüm büyük kulüplerin kendi stadları var. Avrupa Birliğindeki ülkelerin standartlarına uyum sağlamak ve İtalya, İspanya, İngiltere gibi önemli futbol ülkelerinin seviyesine gelebilmek için büyük yatırımlar yapılıyor. İşini hakkıyla yapan profesyonellere görev verirken hiçbir masraftan kaçınmıyorlar. Buraya Dünya Kupasından hemen sonra geldim. Sezon hazırlıkları ben gelmeden önce başlamıştı, kimi oyuncular kulüpten ayrılacaklardı... Uzun lafın kısası, takımı iyice tanımak için biraz zamana ihtiyaç var. Ama bu normal bir durum ve işlerin yolunda gitmesi için bu süreçten geçmek şart.”

FUTEBRAS: “Türk milli takımının tarihindeki ilk (ve şimdilik tek) yabancı futbolcu, senin yönetimindeki Fenerbahçe’de oynayan Marco Aurélio, yani bir Brezilyalı. Aurélio’nun São Paulo’da forma giyen Mineiro ile bile karşılaştırıldığı oluyor. Sen Aurélio’nun futbolunu nasıl değerlendiriyorsun? Diğer ülkelerin milli takımlarında forma giyen Brezilyalılar hakkında ne düşünüyorsun?”

ZICO: “Marco Aurélio’nun başarısı Türkiye’de oynadığı altı senenin bir ürünü. Mineiro ile karşılaştırılmasına gelince; bence Aurélio daha ziyade ikinci ortasaha görevine yatkın. Mineiro ise sıklıkla hücuma çıksa da markaj özellikleri daha ağır basan bir oyuncu. Diğer ülkelerin milli takımlarında forma giyen oyunculara gelince; bu durumdaki oyuncuların formasını giydikleri ülkelerle duygusal bir bağ kurmaları gerektiğini düşünüyorum.”


İşte bu kadar. Birkaç sorum daha vardı, ama soru soranların fazlalığından dolayı Zico’nun tüm sorulara cevap verecek vakti olamadı. Gelecek sefere artık.

Bu arada üstteki “ikinci ortasaha” lafına ufak bir not düşeyim; Brezilya futbolunda defansif ortasaha oyuncuları “volante”, kelime kelimeye çevirmek gerekirse “direksiyon/dümen” diye adlandırılır. Brezilya’da takımlar sıklıkla ikişer volante ile oynarlar. Volantelerden biri genelde markaj, top çalma, oyun boyunca geride kalma gibi savunma ağırlıklı özelliklere sahipken diğer volantenin hem savunma hem de hücum özelliklerini barındırması tercih edilir. Tıpkı Émerson, Zé Roberto ikilisinde olduğu gibi.

2006/11/22

Geldim, Sakin Olun

Yazmayalı ne uzun zaman olmuş! Geç olsun güç olmasın diyerek geçiştireyim ve hemen konulara gireyim.

Neler oldu neler... Şehrimizin gururu São Paulo ulusal ligin bitimine iki hafta kala (yani 36. haftada) şampiyonluğunu ilan ederken şehrin diğer büyükleri Corinthians ile Palmeiras düşme hattından kaçmak için epey ter döktüler. Santa Cruz ile Fortaleza (ve büyük ihtimalle São Caetano ile Ponte Preta) ikinci lig yolcusu oldular.

Geçen sene şampiyonluğu yalan dolanla Corinthians’a kaptıran Internacional’ın başında Muricy Ramalho vardı. Muricy, Inter’in ardından 2006 başlangıcında São Paulo’nun başına gelmişti. Tricolor’un Paulistão, Libertadores ve Recopa’da ikinci olmasının ardından Muricy arka arkaya dört ikinciliği dizdiği için kimi çevrelerde alay konusu bile olmuştu. Fakat ustamız pes etmedi, ettirmedi ve ülkenin en önemli şampiyonası olan Brasileirão maratonunu birinci sırada tamamlamayı başardı. Tebrikler!

Dunga yönetimindeki Seleção, 2006 Dünya Kupası sonrasında (ve sırasında) kaybedilen ruhu bulma yolunda sağlam adımlar attı. Takımın ağır abilerini kesip atan ve Rusya, Portekiz gibi pek göz önünde olmayan liglerden oyuncuları takıma başarıyla enjekte eden Dunga’nın şimdiye kadarki tek tuhaf davranışı, tıfıl haliyle São Paulo’dan Arsenal’e transfer olan ve İngiltere’de oynadığı dakikalar parmakla sayılan defansif ortasaha Denílson’u milli takıma çağırması oldu. Ama o kadar kusur kadı kızında da olur.

Canımız cananımız Romário bininci gol arayışında yeni maceralara yelken açtı; Miami macerasında kucak kucak gol attıktan sonra Avustralya’nın Adelaide takımıyla dört maçlık bir anlaşma yaptı. Bu arada bir de Minas Gerais eyaletinin küçük takımlarından Tupi F.C. ile anlaşma yapmayı denedi, ama oyuncuların resmi kayıt tarihleri geçmiş olduğu için CBF (Brezilya Futbol Konfederasyonu) tarafından engellendi. Baixinho’nun bininci gole Vasco formasıyla ulaşmasını isteyenler de çok, bakalım Brezilya’ya dönecek mi...

Futebras’ın güncellenmediği süre içinde olup biten ilginç konulara önümüzdeki yazılarda değinecek, ayrıca iki hafta içinde (yani Brasileirão’nun son maçları da oynandıktan sonra) senenin değerlendirmesini yapacağım.

Geçtiğimiz günlerde efsane Zico’ya Lance! spor gazetesinin web sitesinde ufak birkaç soru sorma fırsatı buldum, onu da en kısa zamanda aktaracağım.

İşte böyle.

2006/09/12

Zico'nun Evlatları

Haber ajansları şaklabanlık etmeseler dünya ne sıkıcı bir yer olurdu kim bilir... Son saçmalık bombası dün DHA’dan, yani Doğan Haber Ajansından geldi (ben de www.fenerbahce.com ’da okudum).

“Thiago’nun hayali Fenerbahçe” başlıklı yazıda, “Flamengo’nun ünlü forvet oyuncusu Thiago Coimbre’nin” Fenerbahçe’yi Barcelona, Real Madrid, Milan seviyesinde gördüğü, orada forma giymenin Avrupa’nın büyük kulüplerinde oynamaya benzediğini düşündüğü belirtilmiş. Efendim, aklımızı başımıza toplayalım da bakalım, kimmiş bu Thiago Coimbra (hayır, ismi DHA’nın belirttiği gibi Coimbre değil, Coimbra): Thiago Coimbra, Brezilyalı eski futbolcu ve Fenerbahçe’nin yeni teknik direktörü anlı şanlı Zico’nun (yani Arthur Antunes Coimbra’nın) 23 yaşındaki küçük oğludur ve forvet değil ortasaha oyuncusudur. Sene başında Flamengo ile sözleşme imzalamış ancak bırakın “Flamengo’nun ünlü forvet oyuncusu” olmayı, şimdiye kadar takımın bir maçında son dakikalarda oyuna girmekten öteye gidememiştir.

Peki bu haber nereden böyle uydurulmuştur, ne alakadır? Olay şudur: Flamengo’da bir türlü kendini gösterme şansı bulamayan Thiago, teknik direktör Ney Franco tarafından veto edilmiş ve kendi durumundaki birkaç futbolcuyla birlikte takımdan ayrı antrenman yapmaya başlamıştır. Bunun üstüne babası Zico, Flamengo’nun yöneticileriyle ufak çaplı bir söz dalaşına girmiş, kulübün yöneticiler tarafından değil, menajerler ve işadamları tarafından yönetildiğini, kendi oğlu Thiago’nun da menajer torpilli olmadığı için takım dışında bırakıldığını söylemiştir. Thiago da, “Babam haklıdır valla,” demiş, gazeteciler babasının çalıştığı Fenerbahçe’ye gidip gitmeyeceğini sorunca da, “Giderim, ama babam oraya daha yeni gitti, sistemi oturtması, benim de kendimi göstermem lazım,” benzeri şeyler söylemiştir (sonrasında Flamengo başkanı Kleber Leite de Zico’ya ters bir cevap vermiş, Zico da geçen gün resmi sitesinde noktayı güzelce koymuştur, bu satırların yazarı metni çevirmeye üşendiğinden çok ilgilenenler www.ziconarede.com adresinde okuyabilirler).

Yani neymiş, işkembeden sallamanın da bir sınırı varmış; yok ünlü forvet Thiago, yok Barcelona bilmem ne, yok daha neler...

Neyse efendim, madem Zico diye başladım, öyle devam edeyim. Ailecek hastası olduğumuz, kişiliğine, modern düşünce yapısına ve açıksözlülüğüne bayıldığımız Zico (sitesi biraz gezilince anlaşılabilir), Fenerbahçe’nin 100. yıl etkinlikleri çerçevesinde sezon başında takımın başına getirildi. Zico, Seleção ’98 Dünya Kupasında Fransa karşısında kupayı kaybederken teknik direktörü Zagalo’nun yardımcılığını yapıyordu. Son dünya kupasında (ve birkaç sene öncesinde) Japonya’nın başında olan Zico burada da birkaç kupa kazanmıştı. Nitekim Fenerbahçe’ye geldiğinde de kulüp tarafından sunulan “hoca özgeçmişi” bir teknik direktörünkinden çok yıldız bir futbolcununkini andırıyordu. Aman yanlış anlaşılmasın, Zico’nun gerçekten çok etkileyici bir futbolculuk kariyeri var ve Brezilya’nın efsane oyuncuları arasında. Japonya’nın başındayken en önemli sorunu gol atacak adam bulamamasıydı. Fenerbahçe’deyse elinde oldukça golcü isimler var ve Zico evlatlarına hücum futbolu oynatmayı seviyor. Teknik direktörler konusunda sabırsızlığıyla tanınan Fenerbahçe’nin böylesine önemli bir yıldönümünde başarılı olup daha ilk kulüp işinde yere sağlam basarsa gerisi çok daha kolay gelebilir, hatta şansı yaver giderse kariyeri Dunga’nın açtığı yoldan Brezilya milli takımına kadar bile uzanabilir.

Zico Türkiye’ye gittikten sonra takıma birçok oyuncu alındı. Lugano ve Edu Dracena bence bu oyuncular arasında en önemlileri. Transferlerden önce bana, “Brezilya’da oynayan en iyi iki defans oyuncusu kim?” diye sorulsa kesinlikle Lugano ve Edu Dracena’nın adını verirdim. Forvete alınan Deivid ise, Corinthians ve Santos’ta oynadığı dönemlerde epey gol atmış, Portekiz’e gittikten sonraysa epey unutulmuş bir isim. Santos’tayken arkasında oyun stili Alex’inkinden epey farklı olan Robinho oynuyordu, dolayısıyla Fenerbahçe’de ne yapacağı meçhul gibi görünüyor, ama form tutarsa golleri dizmeye başlayabilir. Hem Edu Dracena, Alex ve Deivid, 2003’deki şampiyon Cruzeiro kadrosunda da birliktelerdi. Fenerbahçe’de bu kadar çok Brezilyalı varken atmosferin iyi olmaması zor görünüyor. Bence Fenerbahçe’nin karşılaşabileceği en önemli sorunlar sağ ve sol bek konusunda. Elde büyük bir takım kurma imkânı varken buralara sağlam adamlar alınamaması (yabancı sınırı dolayısıyla) veya yetiştirilememesi çok acı. Halbuki Brezilya’da öyle bollar ki...

2006/08/28

Kazananlar, Gelenler ve Gidenler

38 maçlık Brasileirão’nun (“Brasileirão maratonu” filan diyecektim neredeyse, içime zebani mi girdi ne...) ilk yarısı São Paulo’nun üstünlüğüyle tamamlandı. Tricolor bu başarısıyla günlük spor gazetesi Lance!’nin puanlı ulusal lig sisteminde ilk yarıyı birinci bitirenlere verdiği Osmar Santos Kupasını kazandı. Osmar Santos Kupası sembolik görünebilir, ama puanlı sisteme de 2003’te geçen Brezilya ulusal liginde ilk yarıyı birinci bitiren takımlar ligin sonunda hep şampiyonluğa ulaştılar (2003’te Cruzeiro, 2004’te Santos ve 2005’te yalan dolanla Corinthians). İstatistik denen şey insanı biraz şaşı etse de ben belirtmiş oldum, eksik kalmaz (hah). São Paulo gün itibariyle bir maç eksiğiyle 38 puanla birinci sıradayken ikinci sıradaki Santos’un 35 puanı var. Yani bir yanda Muricy Ramalho’nun dehasıyla göz alan São Paulo, diğer yandaysa Vanderlei Luxemburgo’nun ince taktikleri sayesinde gayet kısıtlı ve yıldızsız kadrosuna rağmen tatsız futboluyla herkesi zorlayan Santos...

São Paulo başarılarıyla taraftarlarını, oyun tarzıyla da güzel futbolu seven herkesi sevindirirken Palmeiras 2006 Dünya Kupası sırasında lige verilen ara sonrasında gümbür gümbür döndü. Önceden ligin dibine vurmuş olan Verdão, kupa sonrasında harika bir seri yakaladı ve hiçbir maçı kaybetmeyerek 11. sıraya kadar yükseldi. Yani yeşil-beyazlıların tarafında keyifler yerinde, hatta abartan dostlar şampiyonluğa bile göz dikmiş durumdalar (yapma güzel kardeşim, etme). Ayrıca takımın birinci ve ikinci kalecileri Marcos ve Sergio’nun sakatlığında kaleyi devralan genç Diego Cavalieri harika maçlar çıkarıyor, böyle devam ederse gelecekte Brezilya’nın en iyilerinden olacak.

Şehrin diğer bir yanındaysa Corinthians gittikçe daha derinlere batmakta. Leão’nun teknik direktörlüğe gelmesinin ardından sırasıyla iki galibiyet, bir beraberlik ve bir yenilgi alan Timão ne kadro ne de futbol açısında gelişmiş durumda. Haliyle ligin de 18. sırasından öteye gidemiyor. Durumlar epey karışık, ama biraz açıklamaya çalışayım.

Corinthians’ın en büyük silahı Carlos Tevez ise Leão’nun gelmesinden sadece iki maç sonra Buenos Aires’e döndü ve takıma bir daha dönmeyeceğini açıkladı. Leão, sert tarzıyla bilinen bir teknik direktör. Asker disipliniyle çalışması kısa vadede kulüpleri açmazlardan kurtarsa da bir süre sonra kabak tadı verdiği için kullanma tarihi çabuk dolan bir adam bu Leão (böyle bir vatandaş).

Corinthians vakasındaysa Leão’nun höt! ve de zöt! tavırları ilk iki maçta işe yarıyor gibi görünüyordu (Carlitos’un bu maçların ilkinde bir gol -maçı 2-1 kazandılar- ikincisinde bir asistle -maçı 1-0 kazandılar- oynadığını söylemek lazım, Carlitos’un oynamadığı maçlardaysa 0-0 ve 0-2 şeklinde hacamat oldular). Fakat Leão’nun Tevez’i usandıran, Arjantinlilere ne kadar gıcık olduğuyla ilgili demeçleri ve küçümseyici hareketleri (Tevez’in kaptanlık pazubandını alıp çocukcağızın buradaki en yakın dostlarından Betão’ya vermesinin üstüne bir de, “Kimse Tevez’in söylediklerini anlamıyor, bana da bir şeyler dedi ama anlamadım,” diye taşak geçmesi), Arjantinli forvetin takımı terk etmesine sebep oldu. Dönecek gibi de görünmüyor. Ayrıca geçenlerde bahsetmiştim, arabası tekmelenmiş, ailesi tehdit edilmişti vs. Yani ailesel güvenlik sebepleri de yok değil.

Avrupa’da AC Milan, Chelsea, Sevilla, Bayern Münih gibi takımların talip olduğu Carlitos’un gidebileceği takımlardan biri de Fransa’nın orta karar ekiplerinden Rennes. Chelsea ile yakın ilişkiler içinde olan Rennes, yükselişteki İngiliz ekibinin Carlitos’u alıp bir yıl kendilerine kiralamasını (pişsin hesabı), sonrasında da ister atmasını, isterse de satmasını teklif etti. Ben derim ki bu Carlitos’u nereye koysan oynar, defansı biçer geçer. Alan memnun olacaktır, yeter ki oğlanı daraltmasın, baymasın (biraz sorunlu da).

2006 Libertadores şampiyonu Internacional, kupayı kazandığından beri hiçbir maçı kazanamadı. Finalin ardından iskelet kadrosunun dört oyuncusunu Avrupa’ya göndermiş olmasının bu düşüşteki payı tartışılmaz. Hatırlarsak defansif ortasaha Tinga’yı Borussia Dortmund’a, stoper Bolívar’ı Monaco’ya, Jorge Wagner’i Betis’e, Rafael Sóbis’i ise Racing Santander’e yollamışlardı. Aslında son iki oyuncunun transferleri kesinleşmiş değil. Ama Sóbis İspanya’da da buradaki gibi oynarsa minik Santander’de fazla kalmaz, kanatlanıp yükseklere uçar. Libertadores macerasının o Paulo cephesinden hatırlanacak ismi Ricardo Oliveira ise (hastasıyız ailece) gıcık İtalyan defans oyuncularının başını döndürmek üzere AC Milan’a gitti. Cruzeiro iki önemli forveti Alecsandro ve Gil’i sırasıyla Betis ve Gimnástic De Tarragona’ya, Flamengo da defansif ortasaha oyuncusu Jônatas’ı Espanyol’a sattı.

Transferden söz açmışken Türkiye’ye, özellikle de Fenerbahçe’ye giden Brezilyalı oyunculara ve Zico’ya da değinmek istiyorum, ama yerim kalmadı (yalana bak), gelecek yazıya artık.

2006/08/25

Kaleden Kaleye

Düşünün: Takımınız maça kötü başlamış bir gol yemiş, ikinciyi yememek için mücadele verirken rakibe bir de penaltı kazandırmış. Karşı takımın atmaca bakışlı forveti topun başına geçiyor. Geriliyor... ve topu kalenin sol alt köşesine gönderiyor. Fakat kaleciniz de gözlerini toptan ayırmadan aynı köşeye uçuyor ve topu kucaklıyor. Takımınız hâlâ yenik durumda. Derken takımınız bir penaltı kazanıyor. Kötü başlayan maçta beraberliği yakalama umudu doğuyor. Az önce fizik kurallarını hiçe sayarak bir penaltı kullanan kaleciniz sahayı boydan boya geçerek topun başına geçiyor. Geriliyor ve topu dışarı doğru falso vererek rakip kalecinin sağına yolluyor. Beraberlik sağlandı. Takımınız iyice ateşleniyor ve rakibe nefes aldırmıyor. Birkaç dakika sonra takımınız ceza sahası yakınlarında bir serbest vuruş kazanıyor. Kaleciniz yine sahayı boydan boya aşıyor ve topun başına geliyor. Fazla gerilmeden topu barajın üstünden aşırıyor ve rakip kaleciyi adeta yok sayarak tam doksana asıyor. Maç sizin...

Üstte yazdıklarım Japon futbol çizgifilmlerini andırıyor olabilir, ancak São Paulo taraftarları buna benzer maçlara epey alışıklar. Tabii alışık olmaları kalecilerinin her golünde coşmalarına engel değil. Ne de olsa Tricolor henüz Rogério Ceni’nin gol attığı hiçbir maçta yenilgi yüzü görmedi.

Dünyanın en şahane kalecisi Rogério Ceni São Paulo’yu başarıdan başarıya koşturmakla yetinmeyerek geçtiğimiz pazar günü dünyanın en golcü kalecisi unvanını da ele geçirdi. Ceni, önceden FIFA tarafından tanınan karşılaşmalarda atılan 62 golle Paraguaylı dombili kaleci José Luis Félix Chilavert’e ait olan rekoru 26 Temmuz 2006’da, Libertadores yarı finalinde Chivas’a Meksika’da attığı penaltı golüyle egale etmişti (bu gol aynı zamanda kaleciyi 10 golle Libertadores’te en çok gol atan Tricolor futbolcuları arasına yerleştiriyordu). Rekorsa 21 Ağustos 2006’da, Brasileirão’nun 16. hafta maçında deplasmanda Cruzeiro karşısında geldi. Hem de tam iki golle!

2-2 sona eren heyecan dolu Cruzeiro - São Paulo maçının kahramanı, bir penaltı kurtardıktan sonra bir frikik bir de penaltı golü atarak Tricolor’a deplasmanda önemli bir beraberlik kazandıran Rogério Ceni oldu.

Rogério Ceni’nin kendisini diğer golcü kalecilerden ayıran en büyük özelliğiyse üstün penaltı ve kaleci tekniğinin yanında dünyanın sayılı serbest vuruş ustalarından olması. Öyle ki São Paulo taraftarları ceza sahası yakınlarında bir serbest vuruş kazanıldığında penaltı kazanılmış gibi şenlenir, kalecilerinin müthiş yeteneğini Juninho Pernambucano’nunki ile kıyaslarlar. Zaten Ceni’nin rekoru 64 gol de –şimdilik- 41 frikik golüne karşılık 23 penaltı golünden oluşuyor.

33 yaşındaki Ceni ’90 yılında, henüz 17 yaşındayken geldiği São Paulo’nun en büyük idollerinden biri. Kulüp tarihinde São Paulo formasını en çok maçta giymiş futbolcu olmasının yanısıra (şimdilik 685 maç) lider karakteri, hep dile getirdiği Tricolor sevgisi, defansı sürekli düzenlemesi ve arkadaşlarıyla hep iletişim halinde olması, önemli anlarda kurtardığı penaltılar, topu oyuna nokta atışı tadındaki paslarla sokması, kaptanlık pazubandını gururla taşıması ve saha içinde de dışında da kaptanlığı hak edecek davranışlar sergilemesi bunda büyük pay sahibi.

Rekorun Ceni için bir başka anlamıysa daha eskilere dayanıyor... Ceni ’96 yılında, henüz Zetti’nin yedeğiyken antrenmanlardan önce kendi kendine serbest vuruş çalışmaları yapmaya başlar. Her gün 100 küsur atış yaparak çalışan Ceni, ’97 yılının başında o dönemki teknik direktörü Muricy Ramalho’nun ilgisini çeker. Muricy kaleciyi daha da cesaretlendirir. Ceni kısa bir süre sonra Fluminense karşısında ilk serbest vuruşunu kullanır, ama golü bulamaz. İlk gol 15 Şubat 1997’de, União São João karşısında gelir. Sonra yavaş yavaş, geçen her yıl daha da gelişerek takımının serbest vuruşlarını kullanmaya başlar. Öyle ki ilk 29 golünün 26’sı frikiklerden gelir. 2005’ten itibaren takımın kazandığı penaltıları da tamamen Ceni kullanmaya başlar. İşin hoş kısmıysa Ceni’nin golcü-kaleci rekorunu kendisine serbest vuruş kullanmak için ilk kez fırsat vermiş olan Muricy Ramalho’nun teknik direktörlüğünde bulmuş olmasıdır.

Rogério Ceni bir aksilik olmazsa emekli olana dek São Paulo formasını giyecek. Tabii rekor da bu süre içinde dallanıp budaklanacak. Bizeyse Ceni’nin kalesinde ve rakip kalede devleştiği maçların tadını çıkarmak kalıyor.

2006/08/21

Kıtanın Kupası Kızıl

(foto: Jefferson Bernardes/VIPCOMM)

São Paulo ve Internacional geçtiğimiz çarşamba, Porto Alegre’deki Beira-Rio stadyumunda Libertadores finalinin ikinci ve son ayağını oynadılar. İlk maçı Inter deplasmanda 2-1 kazanmıştı. Dolayısıyla São Paulo’nun karşılaşmayı uzatmaya (ve belki de penaltılara) götürebilmek için doksan dakikayı en az tek farklı bir galibiyetle kapatması gerekiyordu. Fakat 58,000’e yakın Internacional taraftarının coşkusu eşliğinde müthiş heyecanlı geçen maç são-paulinoların beklediği gibi sonlanmadı 2006 Libertadores kupası Internacional oyuncularının ellerinde yükseldi.

São Paulo maç başladığı andan itibaren son dakikaları oynuyormuş gibi baskılı oynadı. Bu baskının sonucunda da nadir Inter ataklarında kalesinde tehlikeler yaşadı. Inter hücumdan çok savunmaya önem veren bir kontratak oyun düzeninde ilk yarının 29. dakikasında Rogério Ceni’nin –hiç huyu olmasa da- topu elinden kaçırmasını fırsat bilen Fernandão’nun attığı golle biraz olsun rahatladı. Tricolor’un dev defans oyuncusu Fabão ikinci yarının 5. dakikasında attığı golle beraberliği sağlasa da Tinga’nın ikinci yarının 21. dakikasında attığı gol sonucunda Colorado’yu 2-1 öne geçti. São Paulo buna rağmen pes etmedi Colorado’nun da kapanmasından faydalanarak ve ikinci yarının büyük bölümünü adeta tek saha oynadı ve sonradan oyuna giren Lenílson’un bitime birkaç dakika kala attığı golle durumu 2-2’ye getirmeyi başardı. Bu andan itibaren Colorado bir gol daha yememek için, Tricolor ise bir golcük daha atabilmek için canını dişine takarak mücadele etti, fakat süre kısa olup Tricolor da gününde olmayınca maç 2-2 sonuçlandı ve Libertadores’in şampiyonu, iki maçın toplamında 4-3’lük bir galibiyet elde eden Internacional oldu.

Maçın ardından Internacional cephesinde doğal olarak herkes müthiş coşkuluydu. Oyuncuların büyük bölümü kulüp tarihinde ilk kez kazanılan Libertadores şampiyonluğunu takım arkadaşlarına ve –o sırada sevinçten hüngür hüngür ağlamakta olan- teknik direktör Abel Braga’ya adadılar. Abelão, Flamengo ve Fluminense ile yaşadığı Copa Do Brasil ikincilikleri, Internacional ile ’88’de yaşadığı Brasileirão ikinciliği ve bu yıl yaşadığı eyalet şampiyonu ikinciliğinin ardından “önemli maçların küçük teknik adamı” diye anılır olmuştu. Dolayısıyla bu şampiyonluk kendisinin teknik direktörlük CVsi açısından (bak bak) baldan tatlı oldu.

São Paulo cephesindeyse herkes elden kaçırılan kupaya üzülse de takımın yürekli ve hırslı oyunu Tricolor’a gönül veren herkesin göğsünü gururla kabarttı.

Maç hakkında dikkate değer birkaç ayrıntıya gelince; São Paulo’nun bu şampiyonluğu kazanmasının bir güzelliği de kupanın adanacağı kişiler olacaktı. Tricolor’un üçüncü ve dördüncü kalecileri Bruno ve Weverson geçen hafta ağır bir araba kazası geçirmişlerdi. Weverson kazada hayatını kaybetmişti. Bruno ise halen yoğun bakımda ve felç kalma tehlikesi var. Rogério Ceni, kazadan sonra çıktığı ilk maçta sırtında Weverson yazan bir forma giymiş ve tüm oyuncular kollarına siyah bantlar takmışlardı. Weverson’a dinlendiği yerde rahatlıklar, Bruno’ya ise acil şifalar.

Tricolor’un özellikle Libertadores mücadelelerini düşünerek Real Betis’ten kiraladığı Ricardo Oliveira, Betis’in son anda onay vermemesi yüzünden bu maçta forma giyemedi ve cuma günü, “Yakında görüşürüz,” diyerek İspanya’nın yolunu tuttu. Betis oyuncunun ilk final maçının ardından İspanya’ya dönmesi şart koşmuş, Ricardo Oliveira ise durumun son anda değişebileceğini düşünerek Brezilya’da kalmıştı. Bu tatsızlık Betis ile oyuncunun arasını açtığı için Ricardo Oliveira’nın Betis’ten ayrılacağı veya başka bir kulübe kiralanacağı söyleniyor. Brezilya dolaylarında bu kulübün São Paulo olduğu söylense de Türk basınında Fenerbahçe’nin adı geçiyor. Ricardo Oliveira ise kimsenin kendisiyle irtibata geçmediğini söyledi (kendi ağzından duydum, çok yaşayayım).

São Paulo’nun son dönemlerde Rogério Ceni’nin ardından en büyük sembollerinden olan Diego Lugano, maçın ardından Fenerbahçe’nin yolunu tuttu. Brezilya’da taraftarlar arasında Dios Lugano (Tanrı Lugano) diye anılacak kadar çok sevilen Uruguaylı stoper hakkında Türk basınında süper uydurma haberler çıkmakta. Bunlardan dikkatimi çeken birkaçı; São Paulo formasıyla çıktığı son maçın ardından Fenerbahçe’ye gidip gitmeyeceğini soran gazetecilere, “Evet gidiyorum, dünyanın en iyi futbolunun oynandığı ülkede, dünyanın en iyi takımında oynadım (São Paulo’yu kastediyor), ama artık başka bir takımın yolunu tutacağım. Fanatik bir São Paulo taraftarıyım ve burada geçirdiğim günleri asla unutmayacağım,” tadında şeyler söyleyen Lugano’nun sözleri her nasılsa Türk basınına “Türkiye’nin en büyük takımına gidiyorum!” ve türevleri şeklinde yansımış. Geçen gün bir FB yöneticisinin söylediği “Lugano, Kaká ile oynarken, taraftarlar arasında Kaká’dan daha çok seviliyordu!” yumurtlamasıysa evlere şenlik. Hatırlarsak Kaká 2003 yılının ilk yarısında Milan’a transfer olmuştu. Lugano ise o dönemde kulübe henüz gelmiş, doğru düzgün forma bile giymemiş, kimse tarafından tanınmayan bir oyuncuydu. Taraftarların sevgisini kazanması özellikle 2004 ve 2005’te takımın as isimlerinden birine dönüşmesi ve kulübe, formasına ve taraftarlara sevgisini hem sahada çıkardığı yürekli oyunlarla hem de saha dışında verdiği demeçler sayesinde açıkça belli etmesi sayesinde olmuştur. Uzun lafın kısası, Lugano Türk futbolunda Bülent Korkmaz’dan beri büyük eksikliği hissedilen, ayakla beyin vermek tabir edilen cengaver stoper hareketini başarıyla gerçekleştirecektir. Bunun için uydurma haber yazmaya gerek yoktur.

Maçın ardından Internacional’ın predatör tadındaki defansif ortasaha oyuncusu Tinga Borussia Dortmund’nun, sünger saçlı stoperi Bolívar ise Monaco’nun yolunu tuttu. Brezilya’nın en iyi sol beklerinden Jorge Wagner’in Betis’e, tavuk sesli forvetleriden (bu açıdan Galinho, yani horozcuk lakaplı Zico’nun takipçisidir) Rafael Sóbis’inse AC Milan’a gideceği söylentileri mevcut. Hal böyleyken Internacional’ın epey kan kaybettiği söylenebilir. Gidenlerin yerini doldurup yeni başarılara imza atacaklarını, hatta sene sonunda Japonya’daki Dünya Kulüpler Kupasında Barcelona’ya direnebileceklerini umalım.

Bu arada Beşiktaş da Ricardinho ile anlaşmış. Beşiktaş’ın resmi sitesinde adamcağızı öyle bir şişirmişler ki bir an Robinho’yu filan aldılar sandım. Ayrıca kanat oyuncusu olmayan bir oyuncunun kulübün resmi sitesinde, “sol kanat oyuncusu” diye anılması epey komik olmuş. Birileri birilerine yanlış bilgiler vermiş olsa gerek. Sahibine bağışlasınlar, ne diyeyim...

2006/08/14

Acıların Takımı Corinthians

Bilirsiniz, Türkiye’de, “N’olacak bu Fener’in hali?” diye bir laf vardır. Diğer rakiplerinden (Galatasaray ve Beşiktaş) daha az sorunlu veya daha güçsüz olmasa, her takımda görülebilecek yönetici tuhaflıkları, başarısız transferler, kötü oynanan maçlar benzeri zorluklara göğüs gerse de Fenerbahçe bu “Acıların Takımı” etiketinden bir türlü kurtulamamıştır. İşte bu açıdan Fenerbahçe’nin Brezilya’daki denginin Corinthians olduğu söylenebilir. Takımın bu şekilde ünlenmesinin sebeplerinin başında en beklenmedik anlarda en beklenmedik başarısızlarla imza atması gelir. Tıpkı geçen yıl Campeonato Brasileiro’yu nahoş kokular eşliğinde şampiyon kapamasına rağmen bu yıl 16 maçın ardından 20 takımlı turnuvanın 20. sırasında (4 galibiyet, 1 beraberlik, 11 mağlubiyet) bulunması gibi...

Corinthians, Brezilya’nın tahminen ikinci (birincisi Flamengo), São Paulo’nun ise birinci büyük taraftar kitlesine sahiptir. Taraftarları kendi kendilerine genelde, tıpkı dünyanın diğer ucundaki ruh kardeşlerinin kendilerini cumhuriyet ilan etmeleri gibi, Nação Corinthiana (Corinthians Ulusu) şeklinde seslenirler. Taraftar gruplarının en güçlüsü Gaviões Da Fiel’dir. Gaviões’in takım üzerindeki etkisi öyle büyüktür ki teknik direktörlerin, futbolcuların taraftar desteğini arkalarına almak için Gaviões yöneticileriyle toplantılar yapmaları olağan bir durumdur. Corinthians da son birkaç haftadır durumu böyle kurtarmaya çalışıyordu. Geçtiğimiz hafta Atlético-PR karşısında alınan 2-1’lik galibiyet taraftarlara az da olsa umut vermiş, maçtan önceyse Gaviões üyeleri ellerinde kulüp yöneticilerinin isimlerinin yazılı olduğu tabut şeklinde pankartlarla yürüyüş yapmışlardı. Corinthians cumartesi Pacaembu’da oynanan Figueirense maçını 3-1 kaybedince işler iyice çığrından çıktı ve teknik direktör Geninho istifasını verdi.

Timão cephesinin dertleri futbolla da bitmiyor. 2004 sonunda Corinthians kulübü, Boris Berezovski ve Roman Abramovich ile derin bağlantıları olduğu söylenen İranlı işadamı Kia Joorabchian’ın gizemli şirketi MSI ile ortaklık anlaşması yapmıştı. Kia müthiş paralar akıtarak kulübe Carlos Tevez, Javier Mascherano, Marcelo Mattos, Sebá, Carlos Alberto, Roger, Gustavo Nery gibi isimleri transfer etmiş, Nilmar’ı kiralamıştı. Neticede Corinthians 2005’i olaylı bir biçimde şampiyon kapattı. 2006 sezonuna Rafael Moura, Ricardinho, Johnny Herrera gibi oyuncuları transfer ederek başlasa da bir türlü dikiş tutturamadı ve futbol başarısızlıkları yönetim kavgalarıyla süslenmeye başladı. Kulüp başkanı Alberto Dualib ile Kia’nın birbirlerini terslemeleri, yanlış anlaşmalar, karışıklıklar olağan hale gelir oldu. Örneğin takımın ligin dibine vurduğu şu günlerde Kia efendinin nerelerde olduğunu kimseler bilmiyor. Avrupa’da olduğu, oyuncu aradığı gibi söylentiler mevcut. Kia ise basınla iletişime geçtiği anlarda her şeyin düzeleceğini, düzelmezse de aldığı oyuncuları yanında götürerek Corinthians’ı bırakacağını söylüyor. Ayrıca oyuncuların huzursuzlukları birbiri ardına basına yansıyor; kimi sahaya çıkmak istemiyor, kimi antrenmanda kendisine sert girişenle kavga ediyor, kimi gol attıktan sonra kendi taraftarlarına sus işareti yapıyor, kiminin aklı kapağı başka takımlara atmakta... Yani durum pek iç açıcı değil.

Kapağı başka takımlara atmak dedim de aklıma geldi. Corinthians’tan ayrılmak isteyenlerin başında Gustavo Nery ve Ricardinho geliyor. Gustavo Nery birkaç gün önce Beşiktaş ile anlaştığını, kulüpler anlaştığı takdirde Türkiye’ye transfer olabileceğini belirtmişti. Beşiktaş’ın resmi sitesindeyse görüşülen ismin Ricardinho olduğu söyleniyor.

Ricardinho Brezilya’da olaylı isimlerden biri. Temiz yüzlü, efendi görünüşlü bir abi olsa da başarılarından çok yarattığı hayalkırıklıkları ve karıştığı tatsız olaylarla hatırlanan bir isim. Brezilya’da Paraná, Santos, Corinthians ve São Paulo’nun formalarını giymiş olan Ricardinho yalnızca Corinthians’taki ilk döneminde (’98-2002) başarılı oyunlar çıkarmış, biraz da Santos macerasının başlarında parlamıştı. 2001’de Corinthians’tayken futbolcuların arasında konuşulanları teknik direktör Parreira’ya aktardığı dedikodularının ardından adı ispiyoncuya çıkmış ve takımın bayrak isimlerinden Marcelinho Carioca ile ciddi anlaşmazlıklar yaşamıştı. Ateş pahasına geldiği São Paulo’da çılgın bir ücret almasına rağmen düzgün oyunlar çıkarmamış, sürekli sakatlıklar geçirmiş, ayrılırken de sözleşmesine karşı gelerek başka bir Brezilya takımına (Santos) gittiği için Tricolor ile mahkemelik olmuştu. 2005’te Santos’tayken Luxemburgo’nun Real Madrid’e gitmesiyle takımdan ayrılmak istediğini söylemiş, üstüne bir de takım arkadaşlarıyla arası açılmış, ardından da Corinthians’a transfer olmuştu. Arada iki de yurtdışı macerası var; Paraná’da parlayınca 21 yaşında transfer olduğu Bordeaux’da tutunamamış, Tricolor’dan sonra gittiği Middlesbrough’da ise birkaç ay kalmış ve İngiltere’de maçlara çıkmayı bırak, yedek kulübesinde bile doğru düzgün oturmadan Santos’a transfer olmuştu. Ricardinho önceki maçlardaki kötü formu dolayısıyla Corinthians’ın bu haftaki maçında oynamasa da takıma geri dönen Marcelinho Carioca ile hafif ölçekli ağız dalaşlarına girmekle meşgul.

Tabii bu kadar tersliğin yanında iyi yönleri de yok değil. Parreira ile dostluğu sayesinde 2006 Dünya Kupası kadrosuna alınan Ricardinho hatırladığım kadarıyla üç maçta son dakikalarda oyuna girmiş, Zé Roberto’nun Gana’ya attığı golün de pasını vermişti. Sahada ofansif ortasaha pozisyonunu tercih eden Ricardinho, oyun kuruculuk, serbest vuruşlar ve ara paslarda da fena değildir.

Ufak bir not: Geçtiğimiz Şubat ayında Brezilya’nın en düzgün futbol dergilerinden Placar’ın 100 futbolcu arasında yaptığı (isimleri gizli) “en nefret edilen futbolcu” anketinde Ricardinho’nun açık ara farkla birinci seçildiğini biliyor muydunuz? 17 oyla birinciliği kapan Ricardinho’yu ikinci sırada 7 oyla Romário, üçüncü sıradaysa 3 oyla Edmundo izliyor.

Peki Ricardinho’nun ergenlik çağındayken, şu anda Fenerbahçe’de oynayan Alex ile aynı salon futbolu takımında oynadığını biliyor muydunuz? Artık biliyorsunuz.

Peki Ricardinho’nun kramponlarının dillerinde iki oğlunun isimlerinin yazılı olduğunu biliyor muydunuz? Artık bunu da biliyorsunuz.

2006/08/11

Finalin Başlangıcı

(foto: Rubens Chiri)

Libertadores finalinin ilk ayağı çarşamba gecesi Morumbi’de oynandı. 70,000 küsur taraftarın önünde galibiyet arayan São Paulo, zor bir maçın sonucunda Internacional’e 2-1 yenilerek işi ikinci maça bıraktı.

São Paulo ve Internacional, gerek kadro kalitesi gerekse yönetim anlayışı açısından Brezilya’nın en düzgün ekipleri arasındalar. Dolayısıyla Libertadores finalinin bu iki takım arasında oynanacak olması kimseyi şaşırtmamıştı. Oldukça dengeli –bir o kadar da sert- geçen maçın sonucunda Inter, Rafael Sóbis’in attığı iki golle sahadan galip ayrıldı. Finalin ikinci maçı 16 Ağustos’ta, yani gelecek çarşamba Porto Alegre’deki Beira-Rio stadyumunda oynanacak. Turnuvanın kuralı gereği finalde deplasman golü kuralı uygulanmıyor, yani evde atılan golle dışarıda atılan golün değeri aynı. Dolayısıyla São Paulo ikinci maçta 90 dakikayı tek gol farkıyla kapatırsa uzatmalar oynanacak ve durum değişmezse penaltı atışlarına gidilecek. São Paulo makinesinin en önemli çarklarından Josué ve Internacional’ın defansif ortasaha oyuncusu Fabinho maçta kırmızı kart gördükleri için ikinci maçta forma giyemeyecekler.

Bu arada São Paulo defansının şerifi Lugano’nun Fenerbahçe’ye transferiyle ilgili oldukça kesin açıklamalar yapılıyor. Oyuncunun kendisiyse bu konuda Libertadores’in sonuna kadar konuşmayacağını belirtmiş durumda. Bu konuda ben de iki çift laf edeyim bari; Diego Lugano Moreno, Uruguay'dan São Paulo’ya üç yıl önce, 22 yaşındayken transfer olmuş bir stoper. Geldiğinde hiç tanınmıyor olmasına rağmen São Paulo’da kendini oldukça geliştirdi ve şu anda São Paulo’nun en önemli defans oyuncularından biri, hatta en önemlisi. Rogério Ceni ile takımın bayrak isimlerinden olduğu rahatlıkla söylenebilir. Mücadeleci ve hırslı oyun anlayışının yanında saha içinde takım arkadaşlarıyla sürekli iletişim, rakiplerleyse sürekli söz dalaşı halinde bulunuyor. Tekmeye kafa sokmak tabir edilen cengaverliği ve laf yapan ağzı, her pozisyonda hakemlerle konuşması bana hep Galatasaray’ın efsane kaptanı Bülent Korkmaz’ı hatırlatıyor. Bence çok sağlam bir defans oyuncusu ve Avrupa’nın büyük takımlarında rahatlıkla ilk on birde oynayabilecek kapasitede. Zaten geçen yıl São Paulo Libertadores’i ve Dünya Kulüpler Kupasını kazandıktan sonra Barcelona, Liverpool, Atlético Madrid gibi takımlar Lugano’yu almaya çalışmışlardı.

Geçen günkü Dinamo Kiev-Fenerbahçe maçının 3-1 bitmesinin ardından Fenerbahçe Şampiyonlar Ligini epey zora soktuğu için Lugano’nun Fenerbahçe’ye gitmesi bence kariyeri açısında çok acı olur (tıpkı Türkiye liginde tıkanıp kalan Alex gibi). Tabii imzaladığı anlaşmada –atıyorum- Fenerbahçe’nin Şampiyonlar Ligine katılması gibi bir şart varsa iş zor. Yine de Fenerbahçe’nin parası bol, hiç belli olmaz.

Bu arada sanırım önceden yazmayı unutmuştum, Copa Do Brasil finalinde Flamengo, Vasco Da Gama’yı 2-0 ve 1-0’lık sonuçlarla geçerek kupayı kaldıran takım oldu. Ben de Haziran sonunda belirlenen sonucu 1.5 ay sonra bildirerek salyangoz süratiyle balık hafızasının kaynaştırdım, kavuşturdum, şahane oldum.

2006/08/04

Kıtanın Efendileri

São Paulo ve Internacional geçtiğimiz çarşamba ve perşembe geceleri Libertadores finaline vizelerini aldılar. Tricolor deplasmanda 1-0 yendiği Chivas Guadalajara’yı Morumbi’deki rövanşta 70,000’e yakın seyirci önünde 3-0 ezerken Internacional da Paraguay’da 0-0 biten ilk karşılaşmanın rövanşında Libertad’ı 2-0 mağlup etti.

São Paulo maçında Rogério Ceni henüz durum 0-0 iken Meksikalıların kazandığı penaltıya geçit vermeyerek takımı ateşledi, sonrasında da Ricardo Oliveira iki golün pasını verip (birini Leandro ötekiniyse Mineiro attı) üçüncü golü yazdı ve Tricolor’a geldiğinden beri (ki Libertadores final maçlarının ardından gitme ihtimali büyük) en iyi maçını çıkardı. Tricolor özellikle ilk yarı çok baskılı oynadı, ikinci yarıdaysa biraz yattı, hatta son on dakikanın neredeyse tamamı, taraftarlara, “Olé! Olé!” çektirerek geçti. Böylece 2005’in Libertadores şampiyonu São Paulo 2006 finaline de adını yazdırmış oldu.

Dün gece Beira-Rio’da 50,000 taraftar önünde oynanan maçta Internacional, ruhsuz ekip Libertad’ı Alex ve Fernandão’nun golleriyle 2-0 yendi. İki gol de pek havalı, pek uzaktandı. Sahanın en iyileriyse Colorado’nun en tehlikeli ataklarını başlatan Alex ile forvette sürekli yer değiştirerek rakip defansı allak bullak eden Rafael bis idi.

Böylece 2006 Libertadores şampiyonunun Brezilya’dan çıkacağı garantilenmiş oldu. Hatırlarsak 2005’te de turnuvanın finali São Paulo ile Atlético Paranaense arasında oynanmış ve müthiş bir ikinci maç sonunda kupayı kaldıran isim Tricolor olmuştu. Haliyle São Paulo’nun hedefi, tecrübesi ve hırsı büyük. Internacional ise daha önce hiç kazanmadığı, ’80’de finalde Uruguay ekibi Nacional’e kaybettiği kupaya ulaşmak için çok çalıştı. Finalin ilk ayağı 9 Ağustos’ta São Paulo’da, ikinci ayağıysa 16 Ağustos’ta Porto Alegre’de oynanacak.

Bakalım yıl sonunda Japonya’daki Kıtalararası Kupada geçen yılın Şampiyonlar Ligi şampiyonu Barcelona’nın karşısına hangi Brezilya ekibi çıkacak; ’92, ’93 ve 2005’te sırasıyla Barcelona, AC Milan ve Liverpool’u yenerek Tricampeão Mundial (yani Üç Kez Dünya Şampiyonu, bir kez daha kazanırsa Tetracampeão Mundial olacak) sıfatını hak eden Tricolor mu yoksa güneyin kırmızılısı Internacional mı?

Eh, böyle şen finale renk vermeyeyim de n’eyleyeyim... Bastır São Paulo, bastır São Paulo, oluver Tetracampeão Mundial!

2006/07/20

Sağlam Dönüş

(foto: Rubens Cardia/Folha Imagem)

Dünya Kupasının penaltı vuruşları sonucunda İtalya’nın kucağında kalmasıyla Brezilya ulusal ligine verilen ara sona erdi ve futbol maratonu yeniden ateşlendi.

Dünya Kupası öncesinde Brasileirão’nun diplerinde yüzen Palmeiras ile Corinthians’ın ikinci perdede neler yapacağı merak konusuydu. Ben de meraklara daha fazla konu olmasın diye hemen anlatmaya başlayayım: Palmeiras oynadığı iki maçı da kazandı. Bu maçlardan ikincisi Corinthians karşısındaydı. Corinthians ise oynadığı iki maçta da sahadan mağlup ayrıldı. Tevez’in Arjantin’den bir türlü dönmeyişi (dün döndü, “Çok yorgunum, ne zaman oynarım belli değil,” diye geveledi), Nilmar’ın Palmeiras karşısında fena halde sakatlanması ve sahalardan altı ay uzak kalacak olması Timão taraftarlarının uykularını kaçırıyor. Palmeiras ise Edmundo, Juninho Paulista gibi gazilerin B takımından yükselen gençlerle uyumu sayesinde düşme hattından çıkma hevesinde. Bu arada bu yıl sakatlıklar dolayısıyla bir türlü forma şansı bulamayan Verdão kalecisi, Japonya kahramanı Aziz Marcos son maçta yeniden sakatlandı. Yedeklerin birincisi gazi Sergio da ameliyat sonrası bir dinlenme dönemi geçirdiği için önümüzdeki haftalarda Verdão kalesi 23’lük Diego Cavalieri’ye emanet. Bakalım neler olacak.

Peki São Paulo’nun üç büyüklerinin ikisi bu haldeyken São Paulo ne yaptı? Ortamları dağıttı, ortamları! Ricardo Oliveira takır takır goller attı, Mineiro sahada yüz tur atıp aynı anda yirmi adamı marke etmeye devam etti, Rogério Ceni takımı ateşledi vs. Neyse. Tricolor, ligin yeniden başlamasının ardından Grêmio ve Figuirense’yi devirmekle kalmadı, biraz önce de Morumbide, yaklaşık 70.000 taraftarın önünde gıcık Arjantinin gıcık takımlarından (ki teknik direktörü de gıcık Diego Simeone, ne tesadüf) Estudiantes’i penaltılar sonucunda eleyerek Libertadores’te yarı finale yükseldi. Tricolor, ulusal ligin de birinci sırasında, Internacional ve Cruzeiro’nun hemen üstünde bulunuyor.

Günün diğer bir maçında Porto Alegre ekibi Internacional, Dünya Kupasının sürpriz takımlarından Ekvador menşeli LDU’yu (ki milli takımdaki Delgado ve önümüzdeki haftalarda São Paulo’ya transfer olacak Reasco gibi düzgün tipler de burada oynamaktadır) Rentería ve sahanın en iyi oyuncusu olan Rafael Sóbis’in golleriyle devirerek kupanın diğer ucundan yarı finale yükseldi. Böylece São Paulo finale giden yolda Chivas Guadalajara veya Vélez Sársfield ile karşılaşırken (yarın belli olacak) Internacional’in rakibi, çeyrek finalde River Plate’i elemiş olan Paraguay ekibi Libertad olacak. Hatırlarsak River Plate de Mayıs başında Corinthians’ı elemişti. Uzun lafın kısası, geçen yıl Libertadores kupasını bir Brezilya takımını (Atlético Paranaense) eleyerek kazanmış olan São Paulo finalde yine bir Brezilya takımıyla, yani Internacional ile karşılaşırsa havalı olur, üç çakar, beş atar.

Bu arada Avrupa kulüplerinin de transfer vakitleri geldi çattı. İtalya’da Juventus, Fiorentina, Lazio’nun küme düşürülmesi, Milan’ın Avrupa kupalarından men edilmesi gibi gelişmeler futbolcu pazarını hareketlendirdi. Émerson şimdiden Real Madrid’e geçti. Kaká’nın Milan’dan ayrılacağı söylentileri mevcut. Brezilya’daysa São Paulo defansının şerifi Lugano’nun Atlético Madrid’e, profesyonellik yoksunu sorunlu yetenek Tevez’in Chelsea’ye, Javier Mascherano’nun İspanyol futboluna, Cruzeiro’nun bu seneki en parlak isimlerinden Wágner’in ise Fransa’nın tuzsuz takımlarından Le Mans’a gideceği söyleniyor. İç transferdeyse São Paulo, Palmeiras’ın süper yeteneklerinden genç sağ bek Ilsinho’yu takıma katmayı başardı. Gelecek yıllarda adını sıklıkla duyacağımızı tahmin ettiğim Ilsinho, dedesi Portekiz asıllı olduğu için Avrupa pasaportu almayı ve Villareal’e transfer olmayı bekliyordu, ancak pasaport konusu çözülmek bilmeyince Tricolor’un yolunu tuttu (ve elbette hoş geldi). Sıradaki ismin, kulübü Atlético-PR ile sürekli sorun halinde olan genç forvet Dagoberto olduğu söyleniyor. Emerson Leão São Paulo’nun eli yüzü düzgün, fakat taraftar kitlesi küçük ekiplerinden São Caetano’nun başına geçti ve Tricolor ile yaşadığı sorunlar yüzünden Betis’e kiralık verilmiş olan uçarı forvet Diego Tardelli’yi birkaç aylığına kiraladı. Bu arada Avrupa’da birçok ekibin ilgiyle izlediği Rafael Sóbis’in tapusu (haha) Alman bir grup işadamı tarafından alınmış (babaların rahatlığa bak, ortaklaşa yazlık alıyorlar sanki). İlginç başka bir gelişmeyse Japonya teknik direktörlüğünden ayrılan Zico’nun Fenerbahçe’nin başına geçmiş olması. Artık Zico’dan da bir sonraki yazımda bahsedeceğim.

2006/07/08

Kayıp Takım

Geçtiğimiz hafta Fransa ile Brezilya arasında oynanan 2006 Dünya Kupası çeyrek final maçını Fransa 1-0 kazanmış ve Brezilya halkını öfkeyle üzüntü arası karmaşık hislere boğmuştu.

’98 finalinde Fransa karşısında alınan 3-0’lık yenilgi sonrasında herkesin kafası karışıktı. Maçtan önce Ronaldo’nun gizemli sağlık sorunları ortaya çıkmış, fakat buna rağmen genç forvet maça ilk on birde başlamış, sonuçta da takım üstüne ölü toprağı atılmış bir havada oynanan maçı farklı bir biçimde kaybetmişti. Tam da bu yüzden, turnuva boyunca forvetsiz oynayan Fransa’nın ilk kupasını kaldırması o günden beri burada, “Fransa kazanmadı, Brezilya kaybetti,” şeklinde anılır.

1 Temmuz cumartesi olanlarsa ’98 finalinin çirkin bir tekrarı gibiydi. Bu defa Ronaldo takımda önceki kadar önemli bir yere sahip değildi; tamam, takımın en büyük gol silahıydı, ama arkasında koskoca Ronaldinho Gaúcho, Kaká, Juninho Pernambucano vardı. Biri oynamasa, diğeri oyunu çözebilecek yetenekte oyunculardı. Zaten oynadıkları ülkelerin ve kulüplerinin en iyi oyuncuları olmalarının sebebi de buydu.

Ama o uğursuz cumartesi günü Brezilya milli takımındaki kimsenin canı top oynamak istemedi. cio, Juan ve zavallı Dida dışında herkes sıkıcı bir dostluk maçı havasında oynadı. Thierry Henry’nin attığı gol sırasında Roberto Carlos’un ne yaptığını biliyor muydunuz? Eğilmiş çorabını düzeltiyordu.

’50’deki kupayı Uruguay karşısında kaybettikten sonra kaleci Barbosa yenilgiden sorumlu tutulmuş ve öldüğü güne dek adeta cüzzamlı muamelesi görmüştü. Roberto Carlos veya 1 Temmuz 2006 günü sahada bulunup da topun peşinden koşmaya yeltenmeyen oyunculardan herhangi biri Barbosa’nın yaşadıklarının binde birini yaşayacak mıdır acaba? Ronaldinho Gaúcho’nun birkaç gün önce Barcelona’daki evinde verdiği yanardöner mangal partisine bakılırsa pek yoktur.

Almanya’da düzenlenen 2006 Dünya Kupasında karşılaştığı ilk iddialı rakibe boyun eğen Brezilya milli takımı, kendisini destekleyen herkesi hayalkırıklığına uğratmış, sahadan başı dik ayrılmayı bile beceremeyecek kadar ruhsuz bir oyun çıkarmıştır, daima utançla hatırlanacaktır ve tüm bu olanların hiçbir açıklaması yoktur.

2006/06/28

Afrika Aktarması

(foto: Mark J. Terrill/AP)

Brezilya dün oynanan maçta kupada kalan son Afrika ekibi Gana’yı 3-0 yenerek çeyrek final vizesini aldı. Finale kaldı üç...

Maçın en ilginç taraflarından biri Gana’nın Brezilya’nın üstüne adeta körlemesine gelmesi, bunun sonucunda da Parreira’nın Brezilya’ya basit bir kontratak futbolu oynatmayı tercih etmesiydi. Robinho’nun sakatlığı dolayısıyla otelden izlediği maçta Parreira sahaya kupanın ilk maçındaki (1-11 numara arası) kadroyu sürmüştü.

Fenomen oğlan Ronaldo maçın hemen başlarında Kaká’nın Gana defans hattının çizgi halinde ileri çıkışından yararlanarak yolladığı topla buluştu ve Kings(t)on’un belini kırıp hem kupadaki 3. golünü attı, hem de Dünya Kupalarında 15. golüne ulaşarak (18 maçta) Gerd Müller’e ait 14 gollük rekoru kırdı.

Gana’nın en büyük hatası, körlemesine hücum futboluna ek olarak Brezilya ataklarını ofsayt kapanıyla durdurmaya çalışmasıydı. Ofsayt kapanı Avrupa futbolunda çok sık uygulanan, bana göreyse takımın kaderini büyük ölçüde yan hakemin ellerine bırakan, epey riski bir taktik. Düzgünce uygulansa bile yan hakem pozisyon sırasında doğru yerde bulunmazsa rakibe bir gol (veya en azından bir gol pozisyonu) hediye edilmiş oluyor. Brezilya kulüplerindeyse forvetlerin bireysel yetenekleri ve süratleri, savunma anlayışının Avrupa futbolundaki kadar katı olmaması, hakemlere duyulan güvensizlik gibi nedenlerle ofsayt kapanı Avrupa’daki kadar sık uygulanmıyor. Afrika futbolunun Brezilya futboluna nispeten yakınlığından dolayı bundan bahsediyorum, çünkü ikisi de tarihte birçok efsane hücum oyuncusu çıkarmış olsalar da savunma konusunda pek ses getirmemiş ekoller. Neticede Gana kontrataktan yediği birinci gole (hatta bu golün bir dakika öncesinde Ronaldo ofsaytta olmamasına rağmen yan hakem tarafından kesilen bir pozisyona) rağmen ofsayt taktiğinde ısrarcı davrandı ve ilk yarının sonlarında Lúcio topu rakipten sökerek ileri çıktı, Cafú’ya yolladı ve kaptanın ortasında top ofsayttaki Adriano’nun dizine çarparak kaleye girdi.

Gana hakkında ilgimi çeken başka bir noktaysa (maçı tekrar izlediğimde fark ettim) oyuncuların maç boyunca rakip oyunculardan ziyade topa bakıyor olmalarıydı. Örneğin top Kaká’nın ayağındayken hiçbir Ganalı futbolcu topun nereye gidebileceğine bakmıyor, hepsi gözlerini topa kilitliyorlardı. Bu durum çok kez tekrarlandığı için aktarma gereği duydum.

Seleção’nun üçüncü golüyse Arjantin’in Sırbistan’a attığı ikinci gole adeta bir cevap niteliğindeydi. Arjantinli komşular topu 25 pastan sonra rakip ağlara yollarken Brezilyalılar 24 pasın ardından Zé Roberto’yu orta sahanın biraz ilerisinde topla buluşturdular, emekliliğinde evanjelik papaz olmayı planlayan Zé efendiyse topu kalesini terk eden Kingston’un yanından aşırıp elini kolunu sallayarak golünü attı.

Neticede Brezilya beklendiği kadar net ve beklenmediği kadar rahat bir galibiyet aldı. Gana ise çok koşmasına, top çalmasına ve paslaşmasına rağmen eline geçen hiçbir fırsatı değerlendiremedi (20 küsur şutlarından sadece 7 tanesi kaleyi buldu, onlar da Dida’ya takıldı) ve kupaya veda etti.

İlginç olansa halen Brezilya’nın düzgün bir futbol oynamadığını iddia eden insanların bulunması. Brezilyalı oyuncuları sahadan çok reklam filmlerinden görmeye alışık bir kitle Brezilya’nın her maçta rakibi sahadan silmesini bekliyor, futbolun iki takımın karşı karşıya gelmesiyle oynandığını göz ardı ediyor ve rakipleri yok sayıyorlar. Brezilya çeyrek finale farklı bir galibiyete çıkan tek ekiptir. Diğer takımların hangisi rakibini parçalamıştır? Kalas İsveç’i 2-0 yenen ev sahibi Almanya mı? Dünyanın en yeteneksiz takımlarından İsviçre’yi penaltılarla geçen Ukrayna mı? Futbol maçından çok buz hokeyini andıran bir maçta Hollanda’yı 1-0 ile geçen Portekiz mi? Avustralya’yı son dakika penaltısıyla geçen İtalya mı? Yoksa futboluna yüz yıldan fazla bir süredir hiçbir şey katamamış olan ve Ekvador’u ıkına ıkına, süre doldurarak geçen İngiltere mi?

Futbol maçlarıyla reklam skeçlerini ayırt etmek; Ronaldo’nun kaleciyi çalımlayarak attığı gollerden; Ronaldinho Gaúcho’nun golle sonuçlanmasa da gözlere ziyafet çektiren topuk paslarından; Zé Roberto’nun elinde ucuz bir şov fırsatı olmasına rağmen rakibine duyduğu saygıdan ötürü golünü basit bir plaseyle atmasından keyif almayı bilmek lazım.

Seleção cumartesi oynanacak çeyrek final maçında Fransa ile karşı karşıya gelecek. ’98 finalinin ve ’86 çeyrek finalinin rövanşı olarak görülebilecek bu maçta dünyanın en iyi futbol takımının İsviçre ve Güney Kore’yi yenmekten aciz, karaktersiz Fransa’ya yirmi-otuz gol dizeceğini ümit ediyorum. Jean-Marie Le Pen’in 3-1 sonuçlanan Fransa – İspanya maçından önce, “Bizim teknik direktör işin bokunu çıkardı, milli takıma bu kadar da şopar çağırılmaz ki,” şeklindeki açıklamasının ardından köhne Fransız toplumunun zengin bir Avrupa kulübünden farksız milli takımıyla kupa galibiyetlerini değil, yanan arabaları hak ettiğine yürekten inanıyorum.

2006/06/25

Brezilya’nın Dördüncü Vitesi

(foto: Toshifumi Kitamura/AFP)

Seleção geçtiğimiz perşembe F Grubundaki son maçında Zico’nun Japonya’sına 4 atarak ikinci tura havalı bir biçimde yükseldi. Ah ne güzel yükseldi!

Parreira hem ikinci turu önceki maçta garantilemiş olmanın rahatlığı hem de elindeki müthiş kadronun verdiği güvenle sahaya esas on birinden tam beşini keserek çıktı. Roberto Carlos, Émerson, Cafú, Zé Roberto ve Adriano yerlerini sırasıyla Gilberto, Gilberto Silva, Cicinho, Juninho Pernambucano ve Robinho’ya bıraktılar. Ve Brezilya güzel futbolunu nihayet hakkıyla sergileyebildi.

Japonya’nın gruptan çıkmak için Brezilya’yı yenmesi gerekiyordu, dolayısıyla nippon kardeşler maça Brezilya’nın önceki rakipleri gibi kabız ve kapalı bir biçimde değil, gayet istekli başladılar. Bunun sonucunda da ilk yarının ortalarında Cicinho’nun yanından gelişen bir atakta golü buldular.

Hani futbolda geçmişe dayalı, gereksiz istatistikler vardır; “falanca takım 349 dakikadır gol yemedi” gibi; bense böyle istatistiklere pek anlam veremem, hatta oyuncuların üzerinde gereksiz bir baskı yarattığını düşünürüm. Takım 583 dakika gol yemediyse ne olmuş? Önemli olan gol yememek değil ki; beton dirsekli, odun ayaklı İtalyan mıyız biz? Futbol dediğin, yediğinden çok gol atarak maçı kazanmak! İşte Brezilya’nın uyanışı da Japonya’dan yediği bu golden sonra oldu (hem önceki haftalarda, “Futbolda oyunculara her şeyi öğretebilirsiniz, ama gol atmayı öğretemezsiniz; gol atma yeteneği doğuştan gelir,” şeklinde bir açıklama yaparak Japonya’da çalışmanın zorluğunu dile getiren Zico da bu golü hak ediyordu).

Japonya’nın öne geçmesinin ardından gol atmayı çok iyi bilenlerin ülkesi Brezilya uzakdoğu kalesine sürekli hücum etti, ama kaleci Kawaguchi hiçbir topa geçit vermedi. Ta ki kaptan Cafú’nun yokluğunda sağ kanatta çok koşan, bence maçın adamı bile ilan edilebilecek Cicinho, Ronaldinho Gaúcho’nun yumuşak ortasını kafasıyla Ronaldo’ya yükseltene dek... Ronaldo da nadir ötesi kafa gollerinden birini atarak Brezilya’yı soyunma odasına beraberlikle yolladı.

Ronaldo haftalardır parmağını kımıldatsa eleştiriliyordu. İlk maçta hiçbir şey yapmamıştı; ikinci maçta bir asist yaptı; üçüncü maçtaysa iki gol attı! Adı boşuna Ronaldo Fenômeno (yani fenomen oğlan) değil ya!

Brezilya’nın 1-0’dan 4-1’e çevirdiği maçın diğer golleriyse delişmen sol bek Gilberto ve serbest atışlar ve uzaktan şutlarda dünyanın bir numarası demeye hiç çekinmeyeceğim Juninho Pernambucano’dan geldi. Futbol ne güzel, gol ne güzel!

Bu noktada Parreira’ya çok teşekkür etmek lazım. 180 milyonluk nüfusunun (artı Brezilya futboluna kafa yoran milyonlarca yabancının) kendini teknik direktör ilan ettiği bir coğrafyada milli takımı idare etmek zor iş. Elde 23 kişilik bomba gibi bir kadro; sahaya en fazla on bir kişi çıkabiliyor; herkes futbol oynamak, kupayı kazanabilecek kadroda forma giymek istiyor... Zor iş, zor. Neyse ki Parreira evrendeki en sakin insanlardan biri olduğundan tüm bunları olgunluk ve mantıklılıkla karşılıyor ve buna göre çözümler üretmesini biliyor.

Brezilya ikinci turda Gana ile karşı karşıya gelecek. 27 Haziran salı günü oynanacak maçta kupanın en temiz oynayan ekibi (3 maçta 30 faul), kupanın en saldırgan ekibiyle (3 maçta 76 faul) çarpışacak. Brezilya’nın kupaya devam eden tek Afrika ekibini geçeceğine şüphem yok. Seleção’nun nefis oynayacak olması ve Afrikalı kardeşlerin mücadeleci, hızlı futbolları sayesinde harika bir maç izleyeceğimizi öngörüyorum. Düşünsenize, Ronaldinho Gaúcho daha oynamaya başlamadı bile!

Çeyrek finale uzanan yolun diğer mücadeleleriyse iki gündür devam etmekte. Almanya kalas İsveç’i 2-0 ile geçti. İngiltere yüz kızartıcı, kepaze futboluna hiç ara vermeden sevimsiz Pelé’nin favorisi Ekvador’u 1-0 yendi. Benim, “Brezilya ile final oynayacaklar!” diye tutturduğum Arjantin, Maxi Rodriguez’in uzatmaların ilk devresinde attığı nefesleri kesen golle (kupanın en güzel golü, sanırım) savaşçı Meksika’yı 2-1 yendi. Geçen kupanın kahramanlarından Felipão’nun kanatları altındaki Portekiz ise kupanın en sert, yaratıcılıktan uzak ve çirkin futbollarından birini oynayan Hollanda’yı kanın gövdeyi götürdüğü bir maçın sonunda 1-0 ile geçmeyi başardı. Portekiz’in başarısında bir zamanların büyük golcüsü, şimdilerin gay parade kılıklısı Van Basten’in takımın tek düzgün golcüsü Van Nistelrooy’u inatla oyuna sokmamasının da büyük payı vardı (Huntelaar’ı kupaya götürmemiş olmasını saymıyorum bile). İleri uçta Kuyt ile kupa kazanabileceğine inanan bir teknik direktör çeyrek finale çıkmayı hak ediyor olabilir mi?

2006/06/20

Kımıldanan Dev

(foto: Jochen Lübke/AFP)

2006 Dünya Kupası grup maçları tamamlanmak üzere. Favorilerin birçoğu ikinci turu garantilerken Fransa, İtalya, Çek Cumhuriyeti, İsveç gibi takımlar kupaya henüz veda etmemiş olsalar da işlerini epey zora sokmuş durumdalar.

Brezilya pazar günü F Grubundaki ikinci maçını Guus Hiddink’in çalıştırdığı Avustralya karşısında oynadı. İlk maçta sergilenen tatsız futbolun ardından Seleção’dan talepler ve beklentiler büyüktü.

Avustralya maça kaleciyle top arasına on oyuncu koyarak, kontratak arayışlarıyla başladı ve futbolun içine edeceğinin göstergelerini başlangıç düdüğünden birkaç dakika sonra Grella’nın Ronaldo’nun kaval kemiğini kırma girişimiyle göstermiş oldu. Avustralya oyuncularının futbolcudan çok ragbi oyuncularını andıran fizikleri ve oyun anlayışları yüzünden maçın böyle sert geçeceği bekleniyordu, ama yine de Grella’nın bu hayvan hamlesinden sonra Brezilyalı oyuncular ayaklarında top tutmaya çekinir oldular. Ronaldo ilk maça göre çok daha fazla hareket etti ve şut çekmeye çalıştı, hatta tıpkı Bebeto’nun ’94’te yaptığı gibi bebeğinin doğumunu kutlayan Adriano’nun golünün pasını verdi, ama halen eski formundan çok uzak. Ronaldo beklendiği üzere yerini ikinci yarının ortalarında Robinho’ya bıraktı. Robinho sayesinde ivme kazanan Brezilya hücumları Fred’in de Adriano’nun yerine oyuna girmesiyle iyice süratlendi. Nitekim Brezilya’nın ikinci golü de Robinho’nun direğe isabetlediği bir şutu Fred’in tamamlamasıyla kazanıldı. Böylece Fred yanılmıyorsam oynadığı 4. milli maçta 3. kez ağları havalandırmış oldu.

Brezilya karşılaşmayı 2-0 kazansa ve kupadaki ilk maçına nazaran çok daha hareketli bir oyun çıkarmış olsa da halen istenen kıvama gelmiş değil. Hücum hattının, özellikle de Ronaldinho’nun halen beklenen müthiş oyunları çıkarmamış olmasını şahsen grup maçlarına bağlıyorum. Brezilya’nın adam gibi oynaması için biraz daha ciddiye alacağı rakiplere ihtiyacı var ve Hırvatistan, Avustralya gibi ekiplerin bu ciddiyeti sağlayamadıkları açık. İkinci turda şöyle sağlam bir rakip gelirse bizim oğlanlar da biraz açılırlar diye düşünüyorum, zaten açılamazlarsa da kupaya veda ederler.

Maç sonrasında yaşayan efsane Zagalo Avustralyalı oyunculardan birine yaklaşıp Roberto Carlos’un formasını vermeye çalıştı, Avustralya ayısıysa, “Napıyım ulan!” tarzı bir hareket yaparak formayı reddetti. Zagalo’nun yüzünde beliren hayalkırıklığı ifadesi bu sahneye tanıklık eden herkesin yüreğini parçaladı.

Karşılaşmadan önce Brezilyalı bir muhabirin seyirciler arasında yaptığı röportajda, “Dünyanın en iyi takımıyla oynayacaksınız, ne hissediyorsunuz?” dendiğinde, Avustralyalı bir seyirci, “Brezilya’nın dünyanın en iyisi olduğunu kim demiş?” diye karşılık vermişti. Ben hemen cevabını vereyim; Brezilya’nın dünyanın en iyisi olduğunu futbol, zaman, istatistikler, gönüller, taktikler, stratejiler, sokakta maç yapan çocuklar ve yine futbol söylemiştir. Futbol, galibinin daima değişken olduğu, sürprizlerle dolu bir spor olabilir, ama sürprizler defalarca tekrarlandıklarında gerçek halini alır, bu gerçekler uzun bir süreye yayıldığındaysa tarihe dönüşürler. Avustralya’nın hem oyuncuları hem de seyircileri o çok sevdikleri futbol dünyasından (ve tarihinden) birazcık haberdar olsalardı en azından ’58 ve ’62 kupalarını kazanan Brezilya kadrosunda oyuncu, ’70’i kazanan Brezilya’da teknik direktörü, ’94’ü kazanan Brezilya’daysa (tıpkı şimdi takımda olduğu gibi) Parreira’nın yardımcılığını yapan Zagalo’nun kendilerine uzattığı formayı efsanenin suratına tükürürcesine reddedip, “Kim demiş?” tarzı şeyler zırvalamak yerine durup, “Futbol nedir? Peki biz futboldan ne bekliyoruz?” diye düşünürlerdi.

Futbol, özellikle Güney Amerika futbolu açısından güzel bir gelişmeyse Arjantin’in birkaç gün önce Sırbistan’ı (gerçi ben alışkanlıktan hâlâ Yugoslavya diyorum) 6-0 ezmesiydi. Atılan yarım düzine golden daha önemli olan şeyse Hermanoların oynadıkları hoş futboldu. Özellikle yirmi küsur pastan sonra Crespo’nun topuk dokunuşuyla buluşan Cambiasso’nun attığı gol ve Riquelme’nin nokta atışıyla buluşup alışılageldik tarzıyla defansı maymun eden Tevez’in golleri müthişti. Arjantin öylesine şık bir galibiyet aldı ki bizi bile mutlu etti. Bu arada geçen gün okuduğum bir lafı hemen aktarayım da yirmi yıl sonra beynim durur da unutursam bir köşede bulunsun: “Brezilyalılar Arjantinlilerden nefret ediyor olmayı severler, Arjantinlilerse Brezilyalıları seviyor olmaktan nefret ederler.” Çevirince o kadar harika durmadı, neyse... Ama inanın ki Arjantin’in güzel futbolu Brezilyalıların bile onları (bir süreliğine de olsa) sevmelerini sağladı.

Kupa öncesi tahminlerimde gönlümden (ve beynimden) Brezilya-Arjantin finali geçiyordu. Umarım öyle olur, çünkü güzel futbolu yenmek de, güzel futbola yenilmek de leziz.

2006/06/15

Önce Güvenlik

(foto: Jasper Juinen/AP)

Brezilya maçının olduğu günlerde burada inanılmaz bir atmosfer var, maç saatinde São Paulo (ve tahminimce tüm Brezilya) bir hayalet şehre dönüşüyor ve sokaklarda tek bir kişi bile olmuyor. Pencereden bakıp sokakta yürüyen birilerini görünce de, “Bunlar ya Arjantinli ya da Lüksemburglu,” şeklinde dalga geçiliyor. Ve gol atılınca tüm şehir inliyor!

Brezilya’nın salı günü Hırvatistan’ı 1-0 yendiği maç aslında tipik bir Brezilya usulü Dünya Kupası açılış maçıydı. Açılış maçında dizginleri sıkı tutmak geleneğine Ronaldo’nun sönüklüğü de eklenince sahadaki oyun beklendiği kadar verimli olmadı. Tabii ben de buradaki 180 milyon insan gibi sahada rakibe beş gol dizen bir Brezilya görmek isterdim, gelecek sefere artık.

Brezilya’nın açılış maçlarında tutukluğa varan bir güvenlik anlayışıyla oynaması özellikle son üç kupada gelenek haline gelmiş durumda (Seleção’nun bu üç kupada da final oynayıp iki finali kazandığını da hatırlamak lazım). Kısa bir özet geçmek gerekirse Brezilya ’94’teki açılışta Rusya’yı 2-0, ’98’de İskoçya’yı 2-1 ve 2002’de de Türkiye’yi zorlu bir maçın sonunda yine 2-1 ile geçmişti. Neticede sönük futbollu 1-0’lık bir galibiyetin getireceği hüsran Brezilya halkı için güzel futbollu 0-1’lik bir yenilgiden çok daha acı olur. Parreira da bunu düşünmüş olsa gerek. Ama böyle devam etmeyecektir, sonuçta takım maçları farklı galibiyetlerle tamamlayabilecek yetenekte.

Ronaldo meselesiyse epey karışık; burada kupa hazırlık sürecinden (hatta bu yılki Real Madrid lig mücadelelerinden) beri Ronaldo çok eleştiriliyor. Formsuzluğu, kilo fazlaları, krampon sorunları, moralsizliği vs... Televizyon kanalları ve gazeteler bir şekilde içerik bulmaları gerektiği için fenomen oğlanın üzerine epeyce yüklenmiş durumdalar. Ronaldo hazırlık maçlarında gayet iyi oynamış olsa da Hırvatistan maçında oldukça kötüydü ve oyundan çıkmadan önce kalenin üzerinden çıkan bir şutu haricinde hiçbir varlık gösteremedi. Tabii ertesi günkü gazetelerde de “Bu Parreira ne yapıyor? Bu Ronaldo sahaya nasıl çıkar?” diye iyice hırpalandı. Ben de bu eleştirilere bir nebze katılıyorum. Sonuçta kenarda müthiş bir yedek kadrosu varken Ronaldo’nun sahada yatması acı bir durum, ama Ronaldo’nun şu anda en çok ihtiyacı olan şey özgüven ve bir golcük attı mı bu özgüveni rahatlıkla bulabilir. Örneğin maçtaki o üstten dışarı çıkan şutu kaleyi bulsa bugün kamyon dolusu laf eden medya çok farklı şeyler söyleyecekti: “Bitirici Ronaldo! Oyun boyunca kendini göstermeyip doğru anda yeteneğini konuşturdu!”

Parreira’nın Ronaldo ısrarı da (oyuncunun grubun ikinci maçına da ilk 11’de başlayacağı teknik adam tarafından onaylandı) fenomen oğlanın formdayken harikalar yaratabileceğini bilmesi ve bunun için bir nevi psikoloji kumarı oynamasından ileri geliyor. Ronaldo kendini kanıtlaması gereken bir oyuncu değil; Brezilya’yı ’98’de finale taşımış (aslında o finalin nasıl kaybedildiği üstüne kitaplar yazılır, ama şimdilik bir kenarda dursun), 2002’de şampiyon yapmış, 100 milli maçta 64 gol atmış, Dünya Kupalarının en çok gol atan oyuncusu rekorunu (rekoru elinde bulunduran Gerd Müller’in 14, Ronaldo’nunsa 12 golü var) kırmasına çeyrek kalmış bir deli oğlan. Ama yine de Ronaldo Avustralya karşısında Hırvatistan maçındaki gibi oynarsa sonraki maçta yerini Robinho’ya kaptırabilir.

Sihirli karenin diğer üç üyesinin ağır markaj altında kalmasıyla iyice parlama şansı bulan Kaká’nın jeneriklere layık golü maçın sonucunu belirledi. Ufak bir ayrıntı da gol anında Hırvat savunmasının konumuyla ilgili: Kaká’nın topa vurduğu anda maç boyunca doğru düzgün depar bile atmamış olan Ronaldo’yu tam üç Hırvat oyuncu marke etmekteydi, yani fenomen oğlan “ölüsü yeter” kıvamındaydı.

Bunun dışında takımın geri kalanı hiç fena işlemedi. Defans ve sağ kanat biraz eleştiri alsa da bana ikisi de pek aksıyor gibi gelmedi. Hatta Cafú iyi bir maç çıkardı (Milan’dan takım arkadaşı olan Kaká’ya gol pasını veren de oydu). Ama Hırvat atakları o kanattan geldiği için (Prso ve Babiç dolayısıyla) rakibin en zorladığı kısım orası oldu. Benim asıl korkum Cafú’nun değil, Roberto Carlos’un yanını zorlayacak takımlar, çünkü Roberto Carlos’un geri dönüşleri ve top çalma özellikleri Cafú’ya göre daha zayıf.

Yine de Brezilya futbolu savunmasıyla değil hücumuyla tarih yazmıştır ve açılış maçındaki tutukluk gelecek maçlarda yerini çok daha şık ve gollü galibiyetlere bırakacaktır.

İspanya dün Ukrayna’yı beklenmeyecek kadar rahat bir biçimde geçti. İspanya’nın penatısı biraz kofti olsa da 1 gol + 1 kırmızı kart getirdi ve o ana kadar 2-0 giden maçta farkın daha da açılmasını sağladı. Yine de İspanya’nın kupanın şimdiye kadarki en güzel futbollarından birini gösterdiğini, Türkiye’ye elemeler sırasında benim de gitmiş bulunduğum Kadıköy’deki maçta sapasağlam bir oyunla 3 atan Ukrayna’nın (ve tabii Shevchenko’nun) ise fecaat bir futbol oynadığını gönül rahatlığıyla söyleyebilirim.

İngiltere bugün rezalet futboluna aynen devam etti ve gönüllerin padişahı Trinidad & Tobago’yu son dakikalarda bulduğu iki golle 2-0 geçti. Bu futbolla fazla açılırlarsa boğulacaklar. Aynı gruptaki diğer maçta kabız İsveç ezik Paraguay’ı dünyanın en sıkıcı maçlarından birinde 1-0 yendi. Böylece Paraguay kupa dışında kalmış oldu. Milli marşı “Amerika’nın bahtı kara halkı...” diye başlayan bir ulusun fazla uzağa gitmesi de zor be abi. Trinidad’ın ise halen ikinci tur için şansı var, bastırın canlar!

2006/06/12

Gerçek Futbola Çeyrek Kala

2006 Dünya Kupası geçtiğimiz cuma tam gaz başladı. Dördüncü gün maçları bugün tamamlanan kupada sade bir açılış töreni, görkemli-hoş stadyumlar, pek fena olmayan seyirciler, vasat denebilecek maçlar ve güzel denebilecek goller gördük.

Açılış maçında gıcık Almanya koftiler koftisi Costa Rica’yı 4-2 geçse de Tikoların veteran forvet Wanchope ayağından buldukları iki gol germanik savunmanın başını ağrıttı.

Diğer gruplarda genelde favori gösterilen ülkeler galip geldiler. Kupanın en sempatik takımlarından Trinidad ve Tobago, İsveç karşısında söktüğü 0-0 beraberlikle tüm dünyanın (İsveçliler hariç) yüzünü gülümsetti. T & T’nin en hoş kısımlarından biri de kendimi bildim bileli İngiltere’nin en adam gibi kalecilerinden olan Shaka Hislop ve Manchester yıllarında Andy Cole ile müthiş bir ikili oluşturan Dwight Yorke’a sahip olması. Gerçi Yorke forvetten ziyade orta saha ve savunmada markajla meşguldü, ama olsun; kupanın şimdilik en güzel formalı ekibi T & T’ye sevgimiz sonsuz.

Kupanın diğer favorileri İngiltere, İtalya, Hollanda, Portekiz sıkıcılıkla vasatlık arasında gidip gelen maçların sonucunda sahadan üç puanla ayrıldılar. Özellikle tarihlerinin belki de en sağlam takımlarına sahip olduklarını iddia eden Portekiz ve İngiltere’nin futbolları utanç verici, berbat ve de iğrençti.

3-1 sonuçlanan Meksika-İran maçının yıldızı kaleci Sanchez ile gollere imza atan Omar Bravo ve Brezilyalı Zinha idi. Maçın en ilginç olayıysa kuşkusuz maç başlamadan önce takım kaptanlarının birbirlerine flama hediye ettiği bölümde İranlı babaların Meksikalılara bir halı (ciddiyim, valla) hediye etmeleriydi. Hem de çerçevelenmiş, üzerinde Meksika ve İran bayrakları bulunan, kocaman bir halı. Vay anasını.

Kıl komşu Arjantin, kupanın sürpriz beklentilerinden Fildişi Sahili’ni 2-1 ile geçti. Şimdiden belirteyim; Maradona gelmiş geçmiş en büyük futbolculardan olabilir, hermanoların formaları çok şık olabilir, Messi gelecek vaadediyor olabilir, Tevez’in Avrupa’yı birbirine katmasına çeyrek kalmış olabilir, ama ben yine de Arjantin’i sevmem, sevene de şüpheyle bakarım. Kendilerini İtalyan sanan bir toplumdan kime hayır gelir? Zaten Fildişi Sahili maçında da bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar pozisyona girip iki gol attıktan sonra yan gelip yattılar. Drogba çirkin futbol anlayışlarına iki tane daha tıkasın diye çok dua ettik, ama olmadı. Hâlâ Arjantin’i sevenler, şahane bir futbol anlayışına sahip olduğunu düşünenlere takım kaptanı Sorin’in yaptığı mide bulandırıcı faullerden sonra yüzünde beliren gülümsemeye tekrar tekrar bakmalarını öneriyorum. Güzel futbolu orada görüyorsanız kolay gelsin, bakmaya devam edin, elbet bir gün denk gelirsiniz...

Çek Cumhuriyeti sağlam futboluyla yankileri 3-0 ezerken Brezilya’nın grubundaki Avustralya-Japonya maçı 3-1 bitti. Avustralya kupada gördüğüm en sert futbollardan birini oynuyor. Yine de kalelerini 5-6 kez yoklayan Japonlar karşısında 20 küsur şut bulup son on dakikada maçı çevirmeyi başardılar. Yoksa bir Guus Hiddink mucizesine daha mı tanık oluyoruz? Grup maçlarının sonunda göreceğiz. Japonya’nınsa hem defansı hem de atağı çok zayıf. Zico acilen bir çare bulamazsa kupaya epey erken veda edecekler.

Şimdiye kadarki en güzel gollerse Alman sol bek Lahm’ın Costa Rica’ya çaprazdan çaktığı gol ve Çek Rosicky’nin A.B.D.’ye uzaktan çaktığı füzeydi. En sevindiren ve bağırttıran golse kuşkusuz Drogba’nın kıl Arjantin’e çaktığı goldü, ama maalesef yeterli olmadı.

Gerçek futbolsa ancak yarın başlayacak! Brezilya bizim saatimizle akşamüstü dörtte (Germanik saatle akşam dokuza denk geliyor sanırım) Hırvatistan ile karşılaşacak. Dünyanın en çirkin formalarından birine sahip Hırvat ekibini bir aksilik çıkmazsa 20-0 ezeceğimizi tahmin ediyorum [Kral Mineiro 8 gol, Rogério Ceni 4 gol (1 penaltı, 3 frikik), Adriano 2 gol, Gaúcho, Ronaldo Fenômeno, Kaká, Cafú ve Robinho birer gol, Pernambucano da 1 frikik şeklinde]. Haha!

Şaka bir yana tüm Brezilya bu maçı bekliyor; okullar ve işyerleri erken tatil edilecek, herkes formalarını, bayraklarını, borazanlarını donanıp televizyon ve radyo karşısına geçecek. Sonra da gelsin çalımlar, gelsin goller!

Ufak bir ayrıntı daha; 13, Zagalo’nun (ve yanından ayırmadığı Aziz Antônio’nun) sayısıdır. Dolayısıyla Brezilya’nın 2006 Dünya Kupasına ayın 13’ünde oynanacak bir maçla başlaması Zagalo için ayrı bir anlam ifade ediyor.

Neredeyse unutuyordum! Bilin bakalım dünyanın en tatlı insanları İtalyanlar Brezilya’nın ilk maçından önce ne sürpriz yumurtladılar? Seleção kaptanı Cafú’nun Roma’da oynadığı dönemde pasaport falanca işlemlerinde sahte evrak sunduğunu öne sürerek kaptanı 9 ay hapse atacaklarını öne sürdüler! Ne tesadüf! Ah, Mussolini’nin torunları, siz yok musunuz siz, şirin şeyler...

Bu arada geçen gün gelişen ilginç bir laf atışmasını da aktarmak istiyorum. Brezilya’nın yetersiz ve beceriksiz cumhurbaşkanı Lula (veya Luiz Inácio Da Silva) Parreira ve kimi Seleção oyuncularıyla yaptığı bir telekonferansta teknik direktöre, “Bu Ronaldo’ya herkes şişko, şişko, şişko diyor; şişko mu değil mi?” diye sormuş, Parreira da tüm saygısıyla, “Kesinlikle değil, Ronaldo artık ’94’teki tıfıl oğlandan çok farklı, biyotipi değişti, artık tosun gibi, sağlam maşallah,” diye cevap vermişti. (Bu arada milli futbolcuların cumhurbaşkanına soru sormalarının yasak olduğunu biliyor muydunuz?) Ronaldo telekonferans sırasında otelde dinlenmekle meşgul olduğu için gazetecilerin sorularını ertesi gün yanıtladı. Gazeteciler yıldız oyuncuyu Lula’nın sorusu hakkında sıkıştırıp dursalar da Ronaldo, “Basın olayı abartıyordur, öyle şey olmaz,” gibi cevaplar veriyordu. Ama gazeteciler iyice baskı yaratınca dayanamayıp bombayı patlattı: “Benim şişko olduğum söyleniyorsa Lula’nın da manyak gibi içtiği söyleniyor. Şişko olduğum ne kadar doğruysa Lula’nın ayyaşlığı da o kadar doğrudur.” Böylece Ronaldo tarihin en bombastik cevaplarından birinin kahramanı haline geldi. Lula’ya ben de buradan iki laf edeyim, eksik kalmayayım: Sevgili Lula, üzerine düşen sorumluluklar karşısındaki acizliğin yetmiyormuş gibi bir de kalbi futbol için atan yüz seksen milyon insanın yaşadığı bir ülkenin cumhurbaşkanı olarak milli takım oyuncularına dünya kupası arifesinde ‘Ronaldo şişko mu değil mi yav?’dan öte bir şey söylemeyi beceremezsen rezil olduğunla kalır, hatta beter olursun.

Ha, unutmadan ekleyeyim; Ronaldo’nun açıklamasının ardından Lula efendi hemen milli takım kampına bir faks çektirip özürlerini belirtti, Ronaldo da özürleri kabul etti.

2006/06/08

Kupa Başlıyor, Tüyler Diken

2006 Dünya Kupasının başlamasına bir günden az kaldı. Kupa ev sahibi Almanya ile iddiasız Costa Rica arasında oynanacak olan açılış maçıyla başlayacak. Brezilya ise ilk maçını 13 Haziran’da Hırvatistan ile oynayacak.

Kupayı kim alır denince buralarda (ve sanırım dünyanın geri kalanında) çoğunluğun telaffuz ettiği isim Brezilya. Seleção’nun böylesine favori gösterilmesinde en önemli etken de her rakibin kabuslarına giren hücum dörtlüsü. Bu dörtlüye Quadrado Mágico yani Sihirli Kare adı veriliyor. “Satır, sütun ve köşegen toplamları eşit olan kare matrislere verilen isim,” şeklinde bir matematik terimi olan Sihirli Karenin futbola uygulanışıysa biraz daha basit. Buna göre takım 4-4-2’ye yakın bir düzende sahaya yerleşiyor: Savunmanın ortasında 2 stoper (Juan, Lúcio), kanatları boydan boya kullanan 2 bek (Roberto Carlos, Cafú), 2 defansif orta saha (Émerson, Zé Roberto), 2 ofansif orta saha (Ronaldinho Gaúcho, Kaká) ve 2 forvet (Ronaldo, Adriano) mevcut. Yani meşhur kare Ronaldinho Gaúcho, Kaká, Adriano ve Ronaldo’dan oluşuyor.

Sihirli Karenin kendi gücünün dışındaysa takım oyununa işleyişi ta defanstan başlıyor. Buna göre iki stoper duran top organizasyonları dışında kalenin önünde çakılı oynuyorlar. Juan ve Lúcio fiziksel Avrupa tarzına yatkın, sağlam stoperler. Oynamadıkları takdirde yerleri Cris ve Luisão tarafından doldurulacak.

İki bek atağın geliştiği kanada göre orta sahaya veya ileri kadar çıkıyorlar. Taktik doğru uygulandığı takdirde iki bekin birden aynı anda ileride olmaması gerekiyor. Roberto Carlos ile Cafú ilerleyen yaşlarına rağmen mevkilerinin en başarılı isimlerinden. Özellikle dün 36. doğumgününü kutlayan Cafú sağ kanatta bir lokomotif gibi gidip geliyor. Yedekleri Cicinho ile Gilberto.

Defansif orta sahanın görevi hem stoperlere yardım etmek, hem ileri çıkan beklerden açılan bölgeyi kapamak, hem ileri çıkan ofansif orta sahanın boşluklarını kapamak hem de yeri geldiğinde forvete kadar çıkarak gol aramak, anlayacağınız hiç kolay bir iş değil. Brezilya’nın bu mevkide çok iyi oyuncuları var; Émerson ile Zé Roberto hazırlık maçlarında daha çok forma şansı bulmuş olsalar da Edmílson’un sakatlığıyla kadroya dahil edilen Mineiro (ki kendisi benim gözümde dünyanın en iyi orta saha oyuncularındandır), Arsenal’da Vieira’nın ayrılmasının ardından orta sahanın tüm yükünü çeken Gilberto Silva ve hatta Juninho Pernambucano bu mevkinin aday isimleri. Uzun lafın kısası Brezilya’nın bu önemli mevki için seçeneği çok.

Ofansif orta sahanın görevi oyun kurmak, sıklıkla ileri çıkarak gol aramak ve forvetlere gol tehlikesi yarattıracak paslar vermek Kaká ve Ronaldinho Gaúcho bu mevkide dünyanın en iyi oyuncuları sayıldıkları için sorumlulukları büyük. Bu noktada Kaká’nın buralarda neredeyse Ronaldinho Gaúcho kadar ilgi gördüğünü, Gaúcho’nun gözleri doyuran oyununa rağmen Kaká’nın sonuca daha fazla etki edecek işler yapacağına inanılıyor. Ayrıca rakiplerin çoğunun orta sahada bu iki ismin markajına ağırlık vereceği düşünülürse her maç birinden birinin parlaması kaçınılmaz görünüyor. Oynamamaları durumunda yerlerini alacak muhtemel isimler Juninho Pernambucano veya Ricardinho. Serbest vuruşlarda dünyanın en tehlikeli oyuncularından olan Juninho Pernambucano’nun Brezilya’nun bu rüya kadrosu dolayısıyla yedek kulübesinde kalmasınıysa kaderin bir cilvesi olarak nitelendirelim. Neticede Robinho ile Juninho Pernambucano’yu Parreira’nın iki jokeri olarak değerlendirmek gerek; birden fazla mevkide görev alabilen ve oyunu rahatlıkla çevirebilen iki süper-yedek.

Forvetlerin göreviyse bildiğiniz üzere gol atmak (diğer bir deyişle gol kaçırmamak). Ronaldo ve Adriano’nun iş bitirici, ceza sahası içinde ölümcül forvetler oldukları söylenebilir. Adriano’nun daha farklı bir özelliğiyse sağ kanattan ceza sahasının önünde doğru yaptığı sağlam bindirmelerin sonunda özellikle sol ayağını kullanarak bulduğu goller. Oynamadıkları takdirde yerleri Robinho (ki hazırlık maçlarında müthiş bir performans gösterdi) ve Fred tarafından doldurulacak (Fred’in sağ ayağının solu kadar iyi olmaması forma şansını Robinho’ya göre biraz düşürse de golcülüğü tartışılmaz).

Salı gününe kadar yazmaya vakit bulamazsam diye şimdiden ekleyeyim; Seleção Hırvatistan karşısına sahaya muhtemelen şu kadroyla çıkacak:

Dida – Roberto Carlos, Juan, Lúcio, Cafú - Émerson, Zé Roberto – Ronaldinho Gaúcho, Kaká – Ronaldo, Adriano

Brezilya bu kupayı alamazsa futbol birçok insan için ölmüş olacak (en azından dinleri güzel futbol olan Brezilya’daki iki yüz milyona yakın insan için). Güzel futbol kazanamayacaksa oyunu kim kazanacak; İtalyanlar veya Almanların donuk futbolu mu? Almanlar düzenledikleri kupaya bataklık canavarından bozma bir aslandan öte maskot bile bulamadılar (Almanya ile aslanın ne alakası var zaten?), en azından İtalyanlar kendi bayraklarından top kafalı bir çöp adam yapmışlardı... Oynamak nasıl olurmuş dünyaya gösterin çocuklar!

2006/06/06

Güzel Oynayan Kazansın

Nike’ın Joga Bonito kampanyasından daha önce de bahsetmiştim. Joga Bonito için hazırlanan filmlerin bazıları benim şimdiye kadar gördüğüm en eğlenceli ve iyi hazırlanmış reklamların arasında. Gerek isim gerekse cisim olarak bariz bir Brezilya ağırlığı bulunan bu kampanyanın en önemli kısımlarından biri de (en azından biz Brezilyalılar için) burada yayınlanan Joga Bonito adlı yarışmaydı.

(Bu noktada ufak bir parantez açarak kampanyanın –en azından reklam/tüketim dünyası açısından- ilginç bir yönünden bahsetmek istiyorum; Nike son yıllarda üründen çok marka yaratmak konusunu iyice abartmış gibi görünüyor. Yani harcamaları milyon dolarların çok üstüne çıktığı belli olan bu kampanyada ortada doğru düzgün bir ürün bile yok. Dünya kupası öncesinde “Ronaldo’nun kramponu” diye lanse ettikleri yeni teknoloji ürünü kramponu ve bir futbol topunu Joga Bonito ile aynı zamanda piyasaya sürmüş olsalar da ne Nike’ın sitesinde ne de programlarında ayakkabıyı dikkat çekecek şekilde gördüğümüz yok. Hatta geçen günkü 4-0’lık Brezilya-Yeni Zelanda dostluk maçında bu kramponlar Ronaldo’nun ayağına vurmamış olsa ürünün adını bile duymamış olacaktık! Bu durum benim gibi spor malzemeleri tüketimi epey az olan kişileri mutlu ediyor, çünkü hababam ürüne odaklı reklamlar göreceğime en azından Ronaldinho Gaúcho’nun top cambazlıklarını veya Seleção gollerini filan görüyorum. Neticede spor ayakkabı alacaksam da sadece böyle güzel bir kampanya yaptılar diye Nike almayı aklımdan bile geçirmem, ama abiler bu işe kamyon dolusu para akıttıklarına göre elbet bir bildikleri vardır, üçüncü dünyayı boşuna sömürmüyorlar. Neyse, konuyu fazla dağıtmayayım.)

Joga Bonito yarışmasına Brezilya çapında yaşları 15 veya 16 olan 17.000 küsur çocuk başvurdu. Aralarından seçilen 7.000 kişi birkaç ay önce São Paulo’daki Pacaembu stadyumunda yapılan ön elemeye katılma hakkı kazandılar. Bu 7.000 kişinin 4.000 küsuru Pacaembu’da boy gösterip futbol hünerlerini sergileyerek profesyonel antrenörler ve gözlemciler tarafından elendiler. Kulüplerin altyapı seçmelerini andıran bu eleme turunun sonunda ilk aşamayı atlatan çocuklar birkaç saatlik dinlenmenin ardından takımlar halinde maçlar yaptılar. Burada seçilen 71 çocuk ülkenin en ünlü spor psikologlarından (milli takımın da kafacısı) Suzy Fleury ile yüzleştiler. Ve sonuçta 24 çocuk Joga Bonito programına katılma hakkı kazandı.

Joga Bonito’nun işleyişi basitti: 24 çocuk sekiz hafta boyunca São Paulo eyaletindeki bir spor tesisinde ağırlandı; futbol kampı şeklinde geçen günlerin neticesinde her hafta elemeler oldu; elemeler çocukların sportif geçişimleri ve kampanyanın hakkını verecek şekilde göze güzel gelecek bir futbol oynayıp oynamamalarına göre yapıldı; ayrıca çocuklar birçok profesyonel futbolcu, müzisyen vs ile tanıştılar, hem kafaca hem vücutça kendilerini epey geliştirdiler.

Programın en ilginç yönlerinden biri de jürisiydi. Brezilya’nın en saygı duyulan (ve en gıcık/yolsuz) teknik adamlarından Vanderlei Luxemburgo ile eski milli futbolcular Careca ve Júnior çocukları izliyor, kimin gidip kimin kalacağına karar veriyorlardı. Gerçi Luxa paşa Santos ile meşguliyetinden dolayı programa diğer jüri üyelerinden çok daha az katılıyordu, ama olsun...

Neticede sekiz hafta çabucak geçti. Brezilya’nın dört bir yanından binbir güçlükle São Paulo’ya akın edip (Avrupa kıtası boyutlarındaki, asgari ücretin yaklaşık 150 dolar olduğu bu ülkenin bir ucundan bir ucuna seyahat etmek kolay iş değil) elemeleri geçerek futbol dünyasında şanslarını arayan çocuklar birer birer elendiler. Sonuçta Santos dolaylarının bıçkın oğlanı Leandro (yaş 15) ile Rio Grande Do Sul’un yakışıklı öksüzü Juscemar (yaş 16) finale kaldılar. Üç jüri üyesi tarafından çocukların program içindeki gelişimleri göz önünde bulundurularak yapılan elemede yarışmayı Juscemar Borilli kazandı. Fakat güzel haber kendisine hemen iletilmedi.

Öncelikle, “Bir etap daha var, onu da atlatırsan kazanan belli olacak,” diyerekten Rio De Janeiro’ya gönderildi. Rio’da “imparator” Adriano ile sürpriz bir buluşma yaşadı ve kısa bir top cambazlığı seansının ardından yıldızın elinden pasaportunu alarak (ve “Geçmen gereken bir aşama daha var,” lafları dinleyerek) Milan’ın yolunu tuttu. Birkaç gün boyunca Milan’ın turistik yerlerinde top sektirdikten sonra jüri üyelerinden Careca ile buluştu ve güzel haberleri aldı. Yarışmayı kazanmıştı! Hemen ödülleri görelim:

- Nike sponsorluğunda, ülkenin en büyük kulüplerinden Corinthians’ın 17 yaş altı takımında altı ay boyunca antrenman hakkı. (Bu ödül çok önemli; çünkü antrenörlerin gözüne girerse profesyonel bir kontrat hakkı kazanabilir veya başka bir kulübe transfer olabilir.)

- Nike sponsorluğunda Avrupa’nın en büyük kulüplerinden birinde antrenman hakkı. (Bu aşamada Careca Juscemar’a iki adet kağıt gösterdi. Kağıtlardan birinde Juventus’un, diğerindeyse Inter Milan’ın amblemi vardı. Juscemar Adriano ve Ronaldo’ya hayranlığı dolayısıyla Inter’i seçti.)

- Nike tarafından bir yıl boyunca sportif malzeme temini. (Beleş, beleş, beleş.)

Böylece Juscemar milyonlarca Brezilyalı çocuğun rüyalarını süsleyen bir biçimde futbol dünyasına adım atmış oldu. Bakalım gelecek yıllarda adı tribünlerde mi yankılanacak, yoksa, “Hani Joga Bonito’yu kazanan bir oğlan vardı, n’oldu ona?” diye mi anılacak. Bu arada diğer çocuklar Joga Bonito’yu kazanamamış olsalar da sekiz haftalık program boyunca kendilerini gösterme şansı bularak çeşitli kulüplere girdiler.

Kupa arifesinde bu futbol ülkesinden futbol rüyaları böyle işte.