2006/06/28

Afrika Aktarması

(foto: Mark J. Terrill/AP)

Brezilya dün oynanan maçta kupada kalan son Afrika ekibi Gana’yı 3-0 yenerek çeyrek final vizesini aldı. Finale kaldı üç...

Maçın en ilginç taraflarından biri Gana’nın Brezilya’nın üstüne adeta körlemesine gelmesi, bunun sonucunda da Parreira’nın Brezilya’ya basit bir kontratak futbolu oynatmayı tercih etmesiydi. Robinho’nun sakatlığı dolayısıyla otelden izlediği maçta Parreira sahaya kupanın ilk maçındaki (1-11 numara arası) kadroyu sürmüştü.

Fenomen oğlan Ronaldo maçın hemen başlarında Kaká’nın Gana defans hattının çizgi halinde ileri çıkışından yararlanarak yolladığı topla buluştu ve Kings(t)on’un belini kırıp hem kupadaki 3. golünü attı, hem de Dünya Kupalarında 15. golüne ulaşarak (18 maçta) Gerd Müller’e ait 14 gollük rekoru kırdı.

Gana’nın en büyük hatası, körlemesine hücum futboluna ek olarak Brezilya ataklarını ofsayt kapanıyla durdurmaya çalışmasıydı. Ofsayt kapanı Avrupa futbolunda çok sık uygulanan, bana göreyse takımın kaderini büyük ölçüde yan hakemin ellerine bırakan, epey riski bir taktik. Düzgünce uygulansa bile yan hakem pozisyon sırasında doğru yerde bulunmazsa rakibe bir gol (veya en azından bir gol pozisyonu) hediye edilmiş oluyor. Brezilya kulüplerindeyse forvetlerin bireysel yetenekleri ve süratleri, savunma anlayışının Avrupa futbolundaki kadar katı olmaması, hakemlere duyulan güvensizlik gibi nedenlerle ofsayt kapanı Avrupa’daki kadar sık uygulanmıyor. Afrika futbolunun Brezilya futboluna nispeten yakınlığından dolayı bundan bahsediyorum, çünkü ikisi de tarihte birçok efsane hücum oyuncusu çıkarmış olsalar da savunma konusunda pek ses getirmemiş ekoller. Neticede Gana kontrataktan yediği birinci gole (hatta bu golün bir dakika öncesinde Ronaldo ofsaytta olmamasına rağmen yan hakem tarafından kesilen bir pozisyona) rağmen ofsayt taktiğinde ısrarcı davrandı ve ilk yarının sonlarında Lúcio topu rakipten sökerek ileri çıktı, Cafú’ya yolladı ve kaptanın ortasında top ofsayttaki Adriano’nun dizine çarparak kaleye girdi.

Gana hakkında ilgimi çeken başka bir noktaysa (maçı tekrar izlediğimde fark ettim) oyuncuların maç boyunca rakip oyunculardan ziyade topa bakıyor olmalarıydı. Örneğin top Kaká’nın ayağındayken hiçbir Ganalı futbolcu topun nereye gidebileceğine bakmıyor, hepsi gözlerini topa kilitliyorlardı. Bu durum çok kez tekrarlandığı için aktarma gereği duydum.

Seleção’nun üçüncü golüyse Arjantin’in Sırbistan’a attığı ikinci gole adeta bir cevap niteliğindeydi. Arjantinli komşular topu 25 pastan sonra rakip ağlara yollarken Brezilyalılar 24 pasın ardından Zé Roberto’yu orta sahanın biraz ilerisinde topla buluşturdular, emekliliğinde evanjelik papaz olmayı planlayan Zé efendiyse topu kalesini terk eden Kingston’un yanından aşırıp elini kolunu sallayarak golünü attı.

Neticede Brezilya beklendiği kadar net ve beklenmediği kadar rahat bir galibiyet aldı. Gana ise çok koşmasına, top çalmasına ve paslaşmasına rağmen eline geçen hiçbir fırsatı değerlendiremedi (20 küsur şutlarından sadece 7 tanesi kaleyi buldu, onlar da Dida’ya takıldı) ve kupaya veda etti.

İlginç olansa halen Brezilya’nın düzgün bir futbol oynamadığını iddia eden insanların bulunması. Brezilyalı oyuncuları sahadan çok reklam filmlerinden görmeye alışık bir kitle Brezilya’nın her maçta rakibi sahadan silmesini bekliyor, futbolun iki takımın karşı karşıya gelmesiyle oynandığını göz ardı ediyor ve rakipleri yok sayıyorlar. Brezilya çeyrek finale farklı bir galibiyete çıkan tek ekiptir. Diğer takımların hangisi rakibini parçalamıştır? Kalas İsveç’i 2-0 yenen ev sahibi Almanya mı? Dünyanın en yeteneksiz takımlarından İsviçre’yi penaltılarla geçen Ukrayna mı? Futbol maçından çok buz hokeyini andıran bir maçta Hollanda’yı 1-0 ile geçen Portekiz mi? Avustralya’yı son dakika penaltısıyla geçen İtalya mı? Yoksa futboluna yüz yıldan fazla bir süredir hiçbir şey katamamış olan ve Ekvador’u ıkına ıkına, süre doldurarak geçen İngiltere mi?

Futbol maçlarıyla reklam skeçlerini ayırt etmek; Ronaldo’nun kaleciyi çalımlayarak attığı gollerden; Ronaldinho Gaúcho’nun golle sonuçlanmasa da gözlere ziyafet çektiren topuk paslarından; Zé Roberto’nun elinde ucuz bir şov fırsatı olmasına rağmen rakibine duyduğu saygıdan ötürü golünü basit bir plaseyle atmasından keyif almayı bilmek lazım.

Seleção cumartesi oynanacak çeyrek final maçında Fransa ile karşı karşıya gelecek. ’98 finalinin ve ’86 çeyrek finalinin rövanşı olarak görülebilecek bu maçta dünyanın en iyi futbol takımının İsviçre ve Güney Kore’yi yenmekten aciz, karaktersiz Fransa’ya yirmi-otuz gol dizeceğini ümit ediyorum. Jean-Marie Le Pen’in 3-1 sonuçlanan Fransa – İspanya maçından önce, “Bizim teknik direktör işin bokunu çıkardı, milli takıma bu kadar da şopar çağırılmaz ki,” şeklindeki açıklamasının ardından köhne Fransız toplumunun zengin bir Avrupa kulübünden farksız milli takımıyla kupa galibiyetlerini değil, yanan arabaları hak ettiğine yürekten inanıyorum.

2006/06/25

Brezilya’nın Dördüncü Vitesi

(foto: Toshifumi Kitamura/AFP)

Seleção geçtiğimiz perşembe F Grubundaki son maçında Zico’nun Japonya’sına 4 atarak ikinci tura havalı bir biçimde yükseldi. Ah ne güzel yükseldi!

Parreira hem ikinci turu önceki maçta garantilemiş olmanın rahatlığı hem de elindeki müthiş kadronun verdiği güvenle sahaya esas on birinden tam beşini keserek çıktı. Roberto Carlos, Émerson, Cafú, Zé Roberto ve Adriano yerlerini sırasıyla Gilberto, Gilberto Silva, Cicinho, Juninho Pernambucano ve Robinho’ya bıraktılar. Ve Brezilya güzel futbolunu nihayet hakkıyla sergileyebildi.

Japonya’nın gruptan çıkmak için Brezilya’yı yenmesi gerekiyordu, dolayısıyla nippon kardeşler maça Brezilya’nın önceki rakipleri gibi kabız ve kapalı bir biçimde değil, gayet istekli başladılar. Bunun sonucunda da ilk yarının ortalarında Cicinho’nun yanından gelişen bir atakta golü buldular.

Hani futbolda geçmişe dayalı, gereksiz istatistikler vardır; “falanca takım 349 dakikadır gol yemedi” gibi; bense böyle istatistiklere pek anlam veremem, hatta oyuncuların üzerinde gereksiz bir baskı yarattığını düşünürüm. Takım 583 dakika gol yemediyse ne olmuş? Önemli olan gol yememek değil ki; beton dirsekli, odun ayaklı İtalyan mıyız biz? Futbol dediğin, yediğinden çok gol atarak maçı kazanmak! İşte Brezilya’nın uyanışı da Japonya’dan yediği bu golden sonra oldu (hem önceki haftalarda, “Futbolda oyunculara her şeyi öğretebilirsiniz, ama gol atmayı öğretemezsiniz; gol atma yeteneği doğuştan gelir,” şeklinde bir açıklama yaparak Japonya’da çalışmanın zorluğunu dile getiren Zico da bu golü hak ediyordu).

Japonya’nın öne geçmesinin ardından gol atmayı çok iyi bilenlerin ülkesi Brezilya uzakdoğu kalesine sürekli hücum etti, ama kaleci Kawaguchi hiçbir topa geçit vermedi. Ta ki kaptan Cafú’nun yokluğunda sağ kanatta çok koşan, bence maçın adamı bile ilan edilebilecek Cicinho, Ronaldinho Gaúcho’nun yumuşak ortasını kafasıyla Ronaldo’ya yükseltene dek... Ronaldo da nadir ötesi kafa gollerinden birini atarak Brezilya’yı soyunma odasına beraberlikle yolladı.

Ronaldo haftalardır parmağını kımıldatsa eleştiriliyordu. İlk maçta hiçbir şey yapmamıştı; ikinci maçta bir asist yaptı; üçüncü maçtaysa iki gol attı! Adı boşuna Ronaldo Fenômeno (yani fenomen oğlan) değil ya!

Brezilya’nın 1-0’dan 4-1’e çevirdiği maçın diğer golleriyse delişmen sol bek Gilberto ve serbest atışlar ve uzaktan şutlarda dünyanın bir numarası demeye hiç çekinmeyeceğim Juninho Pernambucano’dan geldi. Futbol ne güzel, gol ne güzel!

Bu noktada Parreira’ya çok teşekkür etmek lazım. 180 milyonluk nüfusunun (artı Brezilya futboluna kafa yoran milyonlarca yabancının) kendini teknik direktör ilan ettiği bir coğrafyada milli takımı idare etmek zor iş. Elde 23 kişilik bomba gibi bir kadro; sahaya en fazla on bir kişi çıkabiliyor; herkes futbol oynamak, kupayı kazanabilecek kadroda forma giymek istiyor... Zor iş, zor. Neyse ki Parreira evrendeki en sakin insanlardan biri olduğundan tüm bunları olgunluk ve mantıklılıkla karşılıyor ve buna göre çözümler üretmesini biliyor.

Brezilya ikinci turda Gana ile karşı karşıya gelecek. 27 Haziran salı günü oynanacak maçta kupanın en temiz oynayan ekibi (3 maçta 30 faul), kupanın en saldırgan ekibiyle (3 maçta 76 faul) çarpışacak. Brezilya’nın kupaya devam eden tek Afrika ekibini geçeceğine şüphem yok. Seleção’nun nefis oynayacak olması ve Afrikalı kardeşlerin mücadeleci, hızlı futbolları sayesinde harika bir maç izleyeceğimizi öngörüyorum. Düşünsenize, Ronaldinho Gaúcho daha oynamaya başlamadı bile!

Çeyrek finale uzanan yolun diğer mücadeleleriyse iki gündür devam etmekte. Almanya kalas İsveç’i 2-0 ile geçti. İngiltere yüz kızartıcı, kepaze futboluna hiç ara vermeden sevimsiz Pelé’nin favorisi Ekvador’u 1-0 yendi. Benim, “Brezilya ile final oynayacaklar!” diye tutturduğum Arjantin, Maxi Rodriguez’in uzatmaların ilk devresinde attığı nefesleri kesen golle (kupanın en güzel golü, sanırım) savaşçı Meksika’yı 2-1 yendi. Geçen kupanın kahramanlarından Felipão’nun kanatları altındaki Portekiz ise kupanın en sert, yaratıcılıktan uzak ve çirkin futbollarından birini oynayan Hollanda’yı kanın gövdeyi götürdüğü bir maçın sonunda 1-0 ile geçmeyi başardı. Portekiz’in başarısında bir zamanların büyük golcüsü, şimdilerin gay parade kılıklısı Van Basten’in takımın tek düzgün golcüsü Van Nistelrooy’u inatla oyuna sokmamasının da büyük payı vardı (Huntelaar’ı kupaya götürmemiş olmasını saymıyorum bile). İleri uçta Kuyt ile kupa kazanabileceğine inanan bir teknik direktör çeyrek finale çıkmayı hak ediyor olabilir mi?

2006/06/20

Kımıldanan Dev

(foto: Jochen Lübke/AFP)

2006 Dünya Kupası grup maçları tamamlanmak üzere. Favorilerin birçoğu ikinci turu garantilerken Fransa, İtalya, Çek Cumhuriyeti, İsveç gibi takımlar kupaya henüz veda etmemiş olsalar da işlerini epey zora sokmuş durumdalar.

Brezilya pazar günü F Grubundaki ikinci maçını Guus Hiddink’in çalıştırdığı Avustralya karşısında oynadı. İlk maçta sergilenen tatsız futbolun ardından Seleção’dan talepler ve beklentiler büyüktü.

Avustralya maça kaleciyle top arasına on oyuncu koyarak, kontratak arayışlarıyla başladı ve futbolun içine edeceğinin göstergelerini başlangıç düdüğünden birkaç dakika sonra Grella’nın Ronaldo’nun kaval kemiğini kırma girişimiyle göstermiş oldu. Avustralya oyuncularının futbolcudan çok ragbi oyuncularını andıran fizikleri ve oyun anlayışları yüzünden maçın böyle sert geçeceği bekleniyordu, ama yine de Grella’nın bu hayvan hamlesinden sonra Brezilyalı oyuncular ayaklarında top tutmaya çekinir oldular. Ronaldo ilk maça göre çok daha fazla hareket etti ve şut çekmeye çalıştı, hatta tıpkı Bebeto’nun ’94’te yaptığı gibi bebeğinin doğumunu kutlayan Adriano’nun golünün pasını verdi, ama halen eski formundan çok uzak. Ronaldo beklendiği üzere yerini ikinci yarının ortalarında Robinho’ya bıraktı. Robinho sayesinde ivme kazanan Brezilya hücumları Fred’in de Adriano’nun yerine oyuna girmesiyle iyice süratlendi. Nitekim Brezilya’nın ikinci golü de Robinho’nun direğe isabetlediği bir şutu Fred’in tamamlamasıyla kazanıldı. Böylece Fred yanılmıyorsam oynadığı 4. milli maçta 3. kez ağları havalandırmış oldu.

Brezilya karşılaşmayı 2-0 kazansa ve kupadaki ilk maçına nazaran çok daha hareketli bir oyun çıkarmış olsa da halen istenen kıvama gelmiş değil. Hücum hattının, özellikle de Ronaldinho’nun halen beklenen müthiş oyunları çıkarmamış olmasını şahsen grup maçlarına bağlıyorum. Brezilya’nın adam gibi oynaması için biraz daha ciddiye alacağı rakiplere ihtiyacı var ve Hırvatistan, Avustralya gibi ekiplerin bu ciddiyeti sağlayamadıkları açık. İkinci turda şöyle sağlam bir rakip gelirse bizim oğlanlar da biraz açılırlar diye düşünüyorum, zaten açılamazlarsa da kupaya veda ederler.

Maç sonrasında yaşayan efsane Zagalo Avustralyalı oyunculardan birine yaklaşıp Roberto Carlos’un formasını vermeye çalıştı, Avustralya ayısıysa, “Napıyım ulan!” tarzı bir hareket yaparak formayı reddetti. Zagalo’nun yüzünde beliren hayalkırıklığı ifadesi bu sahneye tanıklık eden herkesin yüreğini parçaladı.

Karşılaşmadan önce Brezilyalı bir muhabirin seyirciler arasında yaptığı röportajda, “Dünyanın en iyi takımıyla oynayacaksınız, ne hissediyorsunuz?” dendiğinde, Avustralyalı bir seyirci, “Brezilya’nın dünyanın en iyisi olduğunu kim demiş?” diye karşılık vermişti. Ben hemen cevabını vereyim; Brezilya’nın dünyanın en iyisi olduğunu futbol, zaman, istatistikler, gönüller, taktikler, stratejiler, sokakta maç yapan çocuklar ve yine futbol söylemiştir. Futbol, galibinin daima değişken olduğu, sürprizlerle dolu bir spor olabilir, ama sürprizler defalarca tekrarlandıklarında gerçek halini alır, bu gerçekler uzun bir süreye yayıldığındaysa tarihe dönüşürler. Avustralya’nın hem oyuncuları hem de seyircileri o çok sevdikleri futbol dünyasından (ve tarihinden) birazcık haberdar olsalardı en azından ’58 ve ’62 kupalarını kazanan Brezilya kadrosunda oyuncu, ’70’i kazanan Brezilya’da teknik direktörü, ’94’ü kazanan Brezilya’daysa (tıpkı şimdi takımda olduğu gibi) Parreira’nın yardımcılığını yapan Zagalo’nun kendilerine uzattığı formayı efsanenin suratına tükürürcesine reddedip, “Kim demiş?” tarzı şeyler zırvalamak yerine durup, “Futbol nedir? Peki biz futboldan ne bekliyoruz?” diye düşünürlerdi.

Futbol, özellikle Güney Amerika futbolu açısından güzel bir gelişmeyse Arjantin’in birkaç gün önce Sırbistan’ı (gerçi ben alışkanlıktan hâlâ Yugoslavya diyorum) 6-0 ezmesiydi. Atılan yarım düzine golden daha önemli olan şeyse Hermanoların oynadıkları hoş futboldu. Özellikle yirmi küsur pastan sonra Crespo’nun topuk dokunuşuyla buluşan Cambiasso’nun attığı gol ve Riquelme’nin nokta atışıyla buluşup alışılageldik tarzıyla defansı maymun eden Tevez’in golleri müthişti. Arjantin öylesine şık bir galibiyet aldı ki bizi bile mutlu etti. Bu arada geçen gün okuduğum bir lafı hemen aktarayım da yirmi yıl sonra beynim durur da unutursam bir köşede bulunsun: “Brezilyalılar Arjantinlilerden nefret ediyor olmayı severler, Arjantinlilerse Brezilyalıları seviyor olmaktan nefret ederler.” Çevirince o kadar harika durmadı, neyse... Ama inanın ki Arjantin’in güzel futbolu Brezilyalıların bile onları (bir süreliğine de olsa) sevmelerini sağladı.

Kupa öncesi tahminlerimde gönlümden (ve beynimden) Brezilya-Arjantin finali geçiyordu. Umarım öyle olur, çünkü güzel futbolu yenmek de, güzel futbola yenilmek de leziz.

2006/06/15

Önce Güvenlik

(foto: Jasper Juinen/AP)

Brezilya maçının olduğu günlerde burada inanılmaz bir atmosfer var, maç saatinde São Paulo (ve tahminimce tüm Brezilya) bir hayalet şehre dönüşüyor ve sokaklarda tek bir kişi bile olmuyor. Pencereden bakıp sokakta yürüyen birilerini görünce de, “Bunlar ya Arjantinli ya da Lüksemburglu,” şeklinde dalga geçiliyor. Ve gol atılınca tüm şehir inliyor!

Brezilya’nın salı günü Hırvatistan’ı 1-0 yendiği maç aslında tipik bir Brezilya usulü Dünya Kupası açılış maçıydı. Açılış maçında dizginleri sıkı tutmak geleneğine Ronaldo’nun sönüklüğü de eklenince sahadaki oyun beklendiği kadar verimli olmadı. Tabii ben de buradaki 180 milyon insan gibi sahada rakibe beş gol dizen bir Brezilya görmek isterdim, gelecek sefere artık.

Brezilya’nın açılış maçlarında tutukluğa varan bir güvenlik anlayışıyla oynaması özellikle son üç kupada gelenek haline gelmiş durumda (Seleção’nun bu üç kupada da final oynayıp iki finali kazandığını da hatırlamak lazım). Kısa bir özet geçmek gerekirse Brezilya ’94’teki açılışta Rusya’yı 2-0, ’98’de İskoçya’yı 2-1 ve 2002’de de Türkiye’yi zorlu bir maçın sonunda yine 2-1 ile geçmişti. Neticede sönük futbollu 1-0’lık bir galibiyetin getireceği hüsran Brezilya halkı için güzel futbollu 0-1’lik bir yenilgiden çok daha acı olur. Parreira da bunu düşünmüş olsa gerek. Ama böyle devam etmeyecektir, sonuçta takım maçları farklı galibiyetlerle tamamlayabilecek yetenekte.

Ronaldo meselesiyse epey karışık; burada kupa hazırlık sürecinden (hatta bu yılki Real Madrid lig mücadelelerinden) beri Ronaldo çok eleştiriliyor. Formsuzluğu, kilo fazlaları, krampon sorunları, moralsizliği vs... Televizyon kanalları ve gazeteler bir şekilde içerik bulmaları gerektiği için fenomen oğlanın üzerine epeyce yüklenmiş durumdalar. Ronaldo hazırlık maçlarında gayet iyi oynamış olsa da Hırvatistan maçında oldukça kötüydü ve oyundan çıkmadan önce kalenin üzerinden çıkan bir şutu haricinde hiçbir varlık gösteremedi. Tabii ertesi günkü gazetelerde de “Bu Parreira ne yapıyor? Bu Ronaldo sahaya nasıl çıkar?” diye iyice hırpalandı. Ben de bu eleştirilere bir nebze katılıyorum. Sonuçta kenarda müthiş bir yedek kadrosu varken Ronaldo’nun sahada yatması acı bir durum, ama Ronaldo’nun şu anda en çok ihtiyacı olan şey özgüven ve bir golcük attı mı bu özgüveni rahatlıkla bulabilir. Örneğin maçtaki o üstten dışarı çıkan şutu kaleyi bulsa bugün kamyon dolusu laf eden medya çok farklı şeyler söyleyecekti: “Bitirici Ronaldo! Oyun boyunca kendini göstermeyip doğru anda yeteneğini konuşturdu!”

Parreira’nın Ronaldo ısrarı da (oyuncunun grubun ikinci maçına da ilk 11’de başlayacağı teknik adam tarafından onaylandı) fenomen oğlanın formdayken harikalar yaratabileceğini bilmesi ve bunun için bir nevi psikoloji kumarı oynamasından ileri geliyor. Ronaldo kendini kanıtlaması gereken bir oyuncu değil; Brezilya’yı ’98’de finale taşımış (aslında o finalin nasıl kaybedildiği üstüne kitaplar yazılır, ama şimdilik bir kenarda dursun), 2002’de şampiyon yapmış, 100 milli maçta 64 gol atmış, Dünya Kupalarının en çok gol atan oyuncusu rekorunu (rekoru elinde bulunduran Gerd Müller’in 14, Ronaldo’nunsa 12 golü var) kırmasına çeyrek kalmış bir deli oğlan. Ama yine de Ronaldo Avustralya karşısında Hırvatistan maçındaki gibi oynarsa sonraki maçta yerini Robinho’ya kaptırabilir.

Sihirli karenin diğer üç üyesinin ağır markaj altında kalmasıyla iyice parlama şansı bulan Kaká’nın jeneriklere layık golü maçın sonucunu belirledi. Ufak bir ayrıntı da gol anında Hırvat savunmasının konumuyla ilgili: Kaká’nın topa vurduğu anda maç boyunca doğru düzgün depar bile atmamış olan Ronaldo’yu tam üç Hırvat oyuncu marke etmekteydi, yani fenomen oğlan “ölüsü yeter” kıvamındaydı.

Bunun dışında takımın geri kalanı hiç fena işlemedi. Defans ve sağ kanat biraz eleştiri alsa da bana ikisi de pek aksıyor gibi gelmedi. Hatta Cafú iyi bir maç çıkardı (Milan’dan takım arkadaşı olan Kaká’ya gol pasını veren de oydu). Ama Hırvat atakları o kanattan geldiği için (Prso ve Babiç dolayısıyla) rakibin en zorladığı kısım orası oldu. Benim asıl korkum Cafú’nun değil, Roberto Carlos’un yanını zorlayacak takımlar, çünkü Roberto Carlos’un geri dönüşleri ve top çalma özellikleri Cafú’ya göre daha zayıf.

Yine de Brezilya futbolu savunmasıyla değil hücumuyla tarih yazmıştır ve açılış maçındaki tutukluk gelecek maçlarda yerini çok daha şık ve gollü galibiyetlere bırakacaktır.

İspanya dün Ukrayna’yı beklenmeyecek kadar rahat bir biçimde geçti. İspanya’nın penatısı biraz kofti olsa da 1 gol + 1 kırmızı kart getirdi ve o ana kadar 2-0 giden maçta farkın daha da açılmasını sağladı. Yine de İspanya’nın kupanın şimdiye kadarki en güzel futbollarından birini gösterdiğini, Türkiye’ye elemeler sırasında benim de gitmiş bulunduğum Kadıköy’deki maçta sapasağlam bir oyunla 3 atan Ukrayna’nın (ve tabii Shevchenko’nun) ise fecaat bir futbol oynadığını gönül rahatlığıyla söyleyebilirim.

İngiltere bugün rezalet futboluna aynen devam etti ve gönüllerin padişahı Trinidad & Tobago’yu son dakikalarda bulduğu iki golle 2-0 geçti. Bu futbolla fazla açılırlarsa boğulacaklar. Aynı gruptaki diğer maçta kabız İsveç ezik Paraguay’ı dünyanın en sıkıcı maçlarından birinde 1-0 yendi. Böylece Paraguay kupa dışında kalmış oldu. Milli marşı “Amerika’nın bahtı kara halkı...” diye başlayan bir ulusun fazla uzağa gitmesi de zor be abi. Trinidad’ın ise halen ikinci tur için şansı var, bastırın canlar!

2006/06/12

Gerçek Futbola Çeyrek Kala

2006 Dünya Kupası geçtiğimiz cuma tam gaz başladı. Dördüncü gün maçları bugün tamamlanan kupada sade bir açılış töreni, görkemli-hoş stadyumlar, pek fena olmayan seyirciler, vasat denebilecek maçlar ve güzel denebilecek goller gördük.

Açılış maçında gıcık Almanya koftiler koftisi Costa Rica’yı 4-2 geçse de Tikoların veteran forvet Wanchope ayağından buldukları iki gol germanik savunmanın başını ağrıttı.

Diğer gruplarda genelde favori gösterilen ülkeler galip geldiler. Kupanın en sempatik takımlarından Trinidad ve Tobago, İsveç karşısında söktüğü 0-0 beraberlikle tüm dünyanın (İsveçliler hariç) yüzünü gülümsetti. T & T’nin en hoş kısımlarından biri de kendimi bildim bileli İngiltere’nin en adam gibi kalecilerinden olan Shaka Hislop ve Manchester yıllarında Andy Cole ile müthiş bir ikili oluşturan Dwight Yorke’a sahip olması. Gerçi Yorke forvetten ziyade orta saha ve savunmada markajla meşguldü, ama olsun; kupanın şimdilik en güzel formalı ekibi T & T’ye sevgimiz sonsuz.

Kupanın diğer favorileri İngiltere, İtalya, Hollanda, Portekiz sıkıcılıkla vasatlık arasında gidip gelen maçların sonucunda sahadan üç puanla ayrıldılar. Özellikle tarihlerinin belki de en sağlam takımlarına sahip olduklarını iddia eden Portekiz ve İngiltere’nin futbolları utanç verici, berbat ve de iğrençti.

3-1 sonuçlanan Meksika-İran maçının yıldızı kaleci Sanchez ile gollere imza atan Omar Bravo ve Brezilyalı Zinha idi. Maçın en ilginç olayıysa kuşkusuz maç başlamadan önce takım kaptanlarının birbirlerine flama hediye ettiği bölümde İranlı babaların Meksikalılara bir halı (ciddiyim, valla) hediye etmeleriydi. Hem de çerçevelenmiş, üzerinde Meksika ve İran bayrakları bulunan, kocaman bir halı. Vay anasını.

Kıl komşu Arjantin, kupanın sürpriz beklentilerinden Fildişi Sahili’ni 2-1 ile geçti. Şimdiden belirteyim; Maradona gelmiş geçmiş en büyük futbolculardan olabilir, hermanoların formaları çok şık olabilir, Messi gelecek vaadediyor olabilir, Tevez’in Avrupa’yı birbirine katmasına çeyrek kalmış olabilir, ama ben yine de Arjantin’i sevmem, sevene de şüpheyle bakarım. Kendilerini İtalyan sanan bir toplumdan kime hayır gelir? Zaten Fildişi Sahili maçında da bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar pozisyona girip iki gol attıktan sonra yan gelip yattılar. Drogba çirkin futbol anlayışlarına iki tane daha tıkasın diye çok dua ettik, ama olmadı. Hâlâ Arjantin’i sevenler, şahane bir futbol anlayışına sahip olduğunu düşünenlere takım kaptanı Sorin’in yaptığı mide bulandırıcı faullerden sonra yüzünde beliren gülümsemeye tekrar tekrar bakmalarını öneriyorum. Güzel futbolu orada görüyorsanız kolay gelsin, bakmaya devam edin, elbet bir gün denk gelirsiniz...

Çek Cumhuriyeti sağlam futboluyla yankileri 3-0 ezerken Brezilya’nın grubundaki Avustralya-Japonya maçı 3-1 bitti. Avustralya kupada gördüğüm en sert futbollardan birini oynuyor. Yine de kalelerini 5-6 kez yoklayan Japonlar karşısında 20 küsur şut bulup son on dakikada maçı çevirmeyi başardılar. Yoksa bir Guus Hiddink mucizesine daha mı tanık oluyoruz? Grup maçlarının sonunda göreceğiz. Japonya’nınsa hem defansı hem de atağı çok zayıf. Zico acilen bir çare bulamazsa kupaya epey erken veda edecekler.

Şimdiye kadarki en güzel gollerse Alman sol bek Lahm’ın Costa Rica’ya çaprazdan çaktığı gol ve Çek Rosicky’nin A.B.D.’ye uzaktan çaktığı füzeydi. En sevindiren ve bağırttıran golse kuşkusuz Drogba’nın kıl Arjantin’e çaktığı goldü, ama maalesef yeterli olmadı.

Gerçek futbolsa ancak yarın başlayacak! Brezilya bizim saatimizle akşamüstü dörtte (Germanik saatle akşam dokuza denk geliyor sanırım) Hırvatistan ile karşılaşacak. Dünyanın en çirkin formalarından birine sahip Hırvat ekibini bir aksilik çıkmazsa 20-0 ezeceğimizi tahmin ediyorum [Kral Mineiro 8 gol, Rogério Ceni 4 gol (1 penaltı, 3 frikik), Adriano 2 gol, Gaúcho, Ronaldo Fenômeno, Kaká, Cafú ve Robinho birer gol, Pernambucano da 1 frikik şeklinde]. Haha!

Şaka bir yana tüm Brezilya bu maçı bekliyor; okullar ve işyerleri erken tatil edilecek, herkes formalarını, bayraklarını, borazanlarını donanıp televizyon ve radyo karşısına geçecek. Sonra da gelsin çalımlar, gelsin goller!

Ufak bir ayrıntı daha; 13, Zagalo’nun (ve yanından ayırmadığı Aziz Antônio’nun) sayısıdır. Dolayısıyla Brezilya’nın 2006 Dünya Kupasına ayın 13’ünde oynanacak bir maçla başlaması Zagalo için ayrı bir anlam ifade ediyor.

Neredeyse unutuyordum! Bilin bakalım dünyanın en tatlı insanları İtalyanlar Brezilya’nın ilk maçından önce ne sürpriz yumurtladılar? Seleção kaptanı Cafú’nun Roma’da oynadığı dönemde pasaport falanca işlemlerinde sahte evrak sunduğunu öne sürerek kaptanı 9 ay hapse atacaklarını öne sürdüler! Ne tesadüf! Ah, Mussolini’nin torunları, siz yok musunuz siz, şirin şeyler...

Bu arada geçen gün gelişen ilginç bir laf atışmasını da aktarmak istiyorum. Brezilya’nın yetersiz ve beceriksiz cumhurbaşkanı Lula (veya Luiz Inácio Da Silva) Parreira ve kimi Seleção oyuncularıyla yaptığı bir telekonferansta teknik direktöre, “Bu Ronaldo’ya herkes şişko, şişko, şişko diyor; şişko mu değil mi?” diye sormuş, Parreira da tüm saygısıyla, “Kesinlikle değil, Ronaldo artık ’94’teki tıfıl oğlandan çok farklı, biyotipi değişti, artık tosun gibi, sağlam maşallah,” diye cevap vermişti. (Bu arada milli futbolcuların cumhurbaşkanına soru sormalarının yasak olduğunu biliyor muydunuz?) Ronaldo telekonferans sırasında otelde dinlenmekle meşgul olduğu için gazetecilerin sorularını ertesi gün yanıtladı. Gazeteciler yıldız oyuncuyu Lula’nın sorusu hakkında sıkıştırıp dursalar da Ronaldo, “Basın olayı abartıyordur, öyle şey olmaz,” gibi cevaplar veriyordu. Ama gazeteciler iyice baskı yaratınca dayanamayıp bombayı patlattı: “Benim şişko olduğum söyleniyorsa Lula’nın da manyak gibi içtiği söyleniyor. Şişko olduğum ne kadar doğruysa Lula’nın ayyaşlığı da o kadar doğrudur.” Böylece Ronaldo tarihin en bombastik cevaplarından birinin kahramanı haline geldi. Lula’ya ben de buradan iki laf edeyim, eksik kalmayayım: Sevgili Lula, üzerine düşen sorumluluklar karşısındaki acizliğin yetmiyormuş gibi bir de kalbi futbol için atan yüz seksen milyon insanın yaşadığı bir ülkenin cumhurbaşkanı olarak milli takım oyuncularına dünya kupası arifesinde ‘Ronaldo şişko mu değil mi yav?’dan öte bir şey söylemeyi beceremezsen rezil olduğunla kalır, hatta beter olursun.

Ha, unutmadan ekleyeyim; Ronaldo’nun açıklamasının ardından Lula efendi hemen milli takım kampına bir faks çektirip özürlerini belirtti, Ronaldo da özürleri kabul etti.

2006/06/08

Kupa Başlıyor, Tüyler Diken

2006 Dünya Kupasının başlamasına bir günden az kaldı. Kupa ev sahibi Almanya ile iddiasız Costa Rica arasında oynanacak olan açılış maçıyla başlayacak. Brezilya ise ilk maçını 13 Haziran’da Hırvatistan ile oynayacak.

Kupayı kim alır denince buralarda (ve sanırım dünyanın geri kalanında) çoğunluğun telaffuz ettiği isim Brezilya. Seleção’nun böylesine favori gösterilmesinde en önemli etken de her rakibin kabuslarına giren hücum dörtlüsü. Bu dörtlüye Quadrado Mágico yani Sihirli Kare adı veriliyor. “Satır, sütun ve köşegen toplamları eşit olan kare matrislere verilen isim,” şeklinde bir matematik terimi olan Sihirli Karenin futbola uygulanışıysa biraz daha basit. Buna göre takım 4-4-2’ye yakın bir düzende sahaya yerleşiyor: Savunmanın ortasında 2 stoper (Juan, Lúcio), kanatları boydan boya kullanan 2 bek (Roberto Carlos, Cafú), 2 defansif orta saha (Émerson, Zé Roberto), 2 ofansif orta saha (Ronaldinho Gaúcho, Kaká) ve 2 forvet (Ronaldo, Adriano) mevcut. Yani meşhur kare Ronaldinho Gaúcho, Kaká, Adriano ve Ronaldo’dan oluşuyor.

Sihirli Karenin kendi gücünün dışındaysa takım oyununa işleyişi ta defanstan başlıyor. Buna göre iki stoper duran top organizasyonları dışında kalenin önünde çakılı oynuyorlar. Juan ve Lúcio fiziksel Avrupa tarzına yatkın, sağlam stoperler. Oynamadıkları takdirde yerleri Cris ve Luisão tarafından doldurulacak.

İki bek atağın geliştiği kanada göre orta sahaya veya ileri kadar çıkıyorlar. Taktik doğru uygulandığı takdirde iki bekin birden aynı anda ileride olmaması gerekiyor. Roberto Carlos ile Cafú ilerleyen yaşlarına rağmen mevkilerinin en başarılı isimlerinden. Özellikle dün 36. doğumgününü kutlayan Cafú sağ kanatta bir lokomotif gibi gidip geliyor. Yedekleri Cicinho ile Gilberto.

Defansif orta sahanın görevi hem stoperlere yardım etmek, hem ileri çıkan beklerden açılan bölgeyi kapamak, hem ileri çıkan ofansif orta sahanın boşluklarını kapamak hem de yeri geldiğinde forvete kadar çıkarak gol aramak, anlayacağınız hiç kolay bir iş değil. Brezilya’nın bu mevkide çok iyi oyuncuları var; Émerson ile Zé Roberto hazırlık maçlarında daha çok forma şansı bulmuş olsalar da Edmílson’un sakatlığıyla kadroya dahil edilen Mineiro (ki kendisi benim gözümde dünyanın en iyi orta saha oyuncularındandır), Arsenal’da Vieira’nın ayrılmasının ardından orta sahanın tüm yükünü çeken Gilberto Silva ve hatta Juninho Pernambucano bu mevkinin aday isimleri. Uzun lafın kısası Brezilya’nın bu önemli mevki için seçeneği çok.

Ofansif orta sahanın görevi oyun kurmak, sıklıkla ileri çıkarak gol aramak ve forvetlere gol tehlikesi yarattıracak paslar vermek Kaká ve Ronaldinho Gaúcho bu mevkide dünyanın en iyi oyuncuları sayıldıkları için sorumlulukları büyük. Bu noktada Kaká’nın buralarda neredeyse Ronaldinho Gaúcho kadar ilgi gördüğünü, Gaúcho’nun gözleri doyuran oyununa rağmen Kaká’nın sonuca daha fazla etki edecek işler yapacağına inanılıyor. Ayrıca rakiplerin çoğunun orta sahada bu iki ismin markajına ağırlık vereceği düşünülürse her maç birinden birinin parlaması kaçınılmaz görünüyor. Oynamamaları durumunda yerlerini alacak muhtemel isimler Juninho Pernambucano veya Ricardinho. Serbest vuruşlarda dünyanın en tehlikeli oyuncularından olan Juninho Pernambucano’nun Brezilya’nun bu rüya kadrosu dolayısıyla yedek kulübesinde kalmasınıysa kaderin bir cilvesi olarak nitelendirelim. Neticede Robinho ile Juninho Pernambucano’yu Parreira’nın iki jokeri olarak değerlendirmek gerek; birden fazla mevkide görev alabilen ve oyunu rahatlıkla çevirebilen iki süper-yedek.

Forvetlerin göreviyse bildiğiniz üzere gol atmak (diğer bir deyişle gol kaçırmamak). Ronaldo ve Adriano’nun iş bitirici, ceza sahası içinde ölümcül forvetler oldukları söylenebilir. Adriano’nun daha farklı bir özelliğiyse sağ kanattan ceza sahasının önünde doğru yaptığı sağlam bindirmelerin sonunda özellikle sol ayağını kullanarak bulduğu goller. Oynamadıkları takdirde yerleri Robinho (ki hazırlık maçlarında müthiş bir performans gösterdi) ve Fred tarafından doldurulacak (Fred’in sağ ayağının solu kadar iyi olmaması forma şansını Robinho’ya göre biraz düşürse de golcülüğü tartışılmaz).

Salı gününe kadar yazmaya vakit bulamazsam diye şimdiden ekleyeyim; Seleção Hırvatistan karşısına sahaya muhtemelen şu kadroyla çıkacak:

Dida – Roberto Carlos, Juan, Lúcio, Cafú - Émerson, Zé Roberto – Ronaldinho Gaúcho, Kaká – Ronaldo, Adriano

Brezilya bu kupayı alamazsa futbol birçok insan için ölmüş olacak (en azından dinleri güzel futbol olan Brezilya’daki iki yüz milyona yakın insan için). Güzel futbol kazanamayacaksa oyunu kim kazanacak; İtalyanlar veya Almanların donuk futbolu mu? Almanlar düzenledikleri kupaya bataklık canavarından bozma bir aslandan öte maskot bile bulamadılar (Almanya ile aslanın ne alakası var zaten?), en azından İtalyanlar kendi bayraklarından top kafalı bir çöp adam yapmışlardı... Oynamak nasıl olurmuş dünyaya gösterin çocuklar!

2006/06/06

Güzel Oynayan Kazansın

Nike’ın Joga Bonito kampanyasından daha önce de bahsetmiştim. Joga Bonito için hazırlanan filmlerin bazıları benim şimdiye kadar gördüğüm en eğlenceli ve iyi hazırlanmış reklamların arasında. Gerek isim gerekse cisim olarak bariz bir Brezilya ağırlığı bulunan bu kampanyanın en önemli kısımlarından biri de (en azından biz Brezilyalılar için) burada yayınlanan Joga Bonito adlı yarışmaydı.

(Bu noktada ufak bir parantez açarak kampanyanın –en azından reklam/tüketim dünyası açısından- ilginç bir yönünden bahsetmek istiyorum; Nike son yıllarda üründen çok marka yaratmak konusunu iyice abartmış gibi görünüyor. Yani harcamaları milyon dolarların çok üstüne çıktığı belli olan bu kampanyada ortada doğru düzgün bir ürün bile yok. Dünya kupası öncesinde “Ronaldo’nun kramponu” diye lanse ettikleri yeni teknoloji ürünü kramponu ve bir futbol topunu Joga Bonito ile aynı zamanda piyasaya sürmüş olsalar da ne Nike’ın sitesinde ne de programlarında ayakkabıyı dikkat çekecek şekilde gördüğümüz yok. Hatta geçen günkü 4-0’lık Brezilya-Yeni Zelanda dostluk maçında bu kramponlar Ronaldo’nun ayağına vurmamış olsa ürünün adını bile duymamış olacaktık! Bu durum benim gibi spor malzemeleri tüketimi epey az olan kişileri mutlu ediyor, çünkü hababam ürüne odaklı reklamlar göreceğime en azından Ronaldinho Gaúcho’nun top cambazlıklarını veya Seleção gollerini filan görüyorum. Neticede spor ayakkabı alacaksam da sadece böyle güzel bir kampanya yaptılar diye Nike almayı aklımdan bile geçirmem, ama abiler bu işe kamyon dolusu para akıttıklarına göre elbet bir bildikleri vardır, üçüncü dünyayı boşuna sömürmüyorlar. Neyse, konuyu fazla dağıtmayayım.)

Joga Bonito yarışmasına Brezilya çapında yaşları 15 veya 16 olan 17.000 küsur çocuk başvurdu. Aralarından seçilen 7.000 kişi birkaç ay önce São Paulo’daki Pacaembu stadyumunda yapılan ön elemeye katılma hakkı kazandılar. Bu 7.000 kişinin 4.000 küsuru Pacaembu’da boy gösterip futbol hünerlerini sergileyerek profesyonel antrenörler ve gözlemciler tarafından elendiler. Kulüplerin altyapı seçmelerini andıran bu eleme turunun sonunda ilk aşamayı atlatan çocuklar birkaç saatlik dinlenmenin ardından takımlar halinde maçlar yaptılar. Burada seçilen 71 çocuk ülkenin en ünlü spor psikologlarından (milli takımın da kafacısı) Suzy Fleury ile yüzleştiler. Ve sonuçta 24 çocuk Joga Bonito programına katılma hakkı kazandı.

Joga Bonito’nun işleyişi basitti: 24 çocuk sekiz hafta boyunca São Paulo eyaletindeki bir spor tesisinde ağırlandı; futbol kampı şeklinde geçen günlerin neticesinde her hafta elemeler oldu; elemeler çocukların sportif geçişimleri ve kampanyanın hakkını verecek şekilde göze güzel gelecek bir futbol oynayıp oynamamalarına göre yapıldı; ayrıca çocuklar birçok profesyonel futbolcu, müzisyen vs ile tanıştılar, hem kafaca hem vücutça kendilerini epey geliştirdiler.

Programın en ilginç yönlerinden biri de jürisiydi. Brezilya’nın en saygı duyulan (ve en gıcık/yolsuz) teknik adamlarından Vanderlei Luxemburgo ile eski milli futbolcular Careca ve Júnior çocukları izliyor, kimin gidip kimin kalacağına karar veriyorlardı. Gerçi Luxa paşa Santos ile meşguliyetinden dolayı programa diğer jüri üyelerinden çok daha az katılıyordu, ama olsun...

Neticede sekiz hafta çabucak geçti. Brezilya’nın dört bir yanından binbir güçlükle São Paulo’ya akın edip (Avrupa kıtası boyutlarındaki, asgari ücretin yaklaşık 150 dolar olduğu bu ülkenin bir ucundan bir ucuna seyahat etmek kolay iş değil) elemeleri geçerek futbol dünyasında şanslarını arayan çocuklar birer birer elendiler. Sonuçta Santos dolaylarının bıçkın oğlanı Leandro (yaş 15) ile Rio Grande Do Sul’un yakışıklı öksüzü Juscemar (yaş 16) finale kaldılar. Üç jüri üyesi tarafından çocukların program içindeki gelişimleri göz önünde bulundurularak yapılan elemede yarışmayı Juscemar Borilli kazandı. Fakat güzel haber kendisine hemen iletilmedi.

Öncelikle, “Bir etap daha var, onu da atlatırsan kazanan belli olacak,” diyerekten Rio De Janeiro’ya gönderildi. Rio’da “imparator” Adriano ile sürpriz bir buluşma yaşadı ve kısa bir top cambazlığı seansının ardından yıldızın elinden pasaportunu alarak (ve “Geçmen gereken bir aşama daha var,” lafları dinleyerek) Milan’ın yolunu tuttu. Birkaç gün boyunca Milan’ın turistik yerlerinde top sektirdikten sonra jüri üyelerinden Careca ile buluştu ve güzel haberleri aldı. Yarışmayı kazanmıştı! Hemen ödülleri görelim:

- Nike sponsorluğunda, ülkenin en büyük kulüplerinden Corinthians’ın 17 yaş altı takımında altı ay boyunca antrenman hakkı. (Bu ödül çok önemli; çünkü antrenörlerin gözüne girerse profesyonel bir kontrat hakkı kazanabilir veya başka bir kulübe transfer olabilir.)

- Nike sponsorluğunda Avrupa’nın en büyük kulüplerinden birinde antrenman hakkı. (Bu aşamada Careca Juscemar’a iki adet kağıt gösterdi. Kağıtlardan birinde Juventus’un, diğerindeyse Inter Milan’ın amblemi vardı. Juscemar Adriano ve Ronaldo’ya hayranlığı dolayısıyla Inter’i seçti.)

- Nike tarafından bir yıl boyunca sportif malzeme temini. (Beleş, beleş, beleş.)

Böylece Juscemar milyonlarca Brezilyalı çocuğun rüyalarını süsleyen bir biçimde futbol dünyasına adım atmış oldu. Bakalım gelecek yıllarda adı tribünlerde mi yankılanacak, yoksa, “Hani Joga Bonito’yu kazanan bir oğlan vardı, n’oldu ona?” diye mi anılacak. Bu arada diğer çocuklar Joga Bonito’yu kazanamamış olsalar da sekiz haftalık program boyunca kendilerini gösterme şansı bularak çeşitli kulüplere girdiler.

Kupa arifesinde bu futbol ülkesinden futbol rüyaları böyle işte.